GEÇMİŞTEN BUGÜNE ŞEHİR VE RESTORASYON
DİN VE HAYAT DERGİSİ
Sayı: 9 Yıl: 2010
Ekrem ERDAL
Saadet ACAR
Restorasyon kelimesi terminolojik olarak taşınmaz kültür varlıklarında "onarım" anlamına gelir. Onarım, "Neye göre, nasıl?" sorularını beraberinde getiren bir olgudur. Bu soruları göz önünde bulundurursak önümüze şöyle bir tanım çıkar: "Eski, tarihî, otantik ve özgünlük değeri olan, önemli bir olaya ev sahipliği yapmış eserin, aslına uygun olarak, aslî malzemeden, aslî yapım tekniğinden ve özgünlüğünden faydalanarak, mümkün olduğu kadar az müdahale ile koruyarak onarılmasıdır."
Esasen yukarıda yapılan restorasyon tanımı salt mimari için olmamalıdır. Doğrusu, restorasyon (onarım) ve konservasyonu (koruma) birlikte düşünerek bunun fikrî açılımlarını yapmaktır. Restorasyon ve konservasyonu sadece mimariyi düşünerek değil beynelmilel değerleri, millî, manevî ve ahlâkî fikirleri, devleti, milleti, örf ve adetleri, kültürü ve öğelerini, tarih ve edebiyatı, sanatı düşünerek incelemeli ve kavramaya çalışmalıyız. Bununla ilişkili bilgi ve belgeler de konserve edilmelidir.
Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi restorasyon kavramı, bir muhafaza fikrini ifade eder. Tarih boyunca insan, yerleşim için "mekân" kavramını yüksek bir bilinçle savunmuş ve uygun mekânı bulduğunda yerleşmekten çekinmemiştir. Mekânı tarife kalkışırsak eğer, dinî değerlerimize, örfümüze, âdetlerimize, hayatımıza ve Allah'ın bize lütfettiği "eşref-i mahlûkât" sıfatına uygun tekâmül etmemize imkân veren bir coğrafya, o coğrafyaya uygun malzemeler ile şekil kazanmış mahalleler, mahalleleri tezyin eden (süsleyen) haneler karşımıza çıkar. Özellikle Osmanlı şehirciliği Asya'dan uzanan Türk tarihine ayna olmuş, İslâm'ın getirdiği ritüellere, ahlâkî prensiplere, edebe ve şükre öylesine kenetlenmiştir ki, bu gerek mimari yapıların sağlamlığında, gerekse heybet, ihtişam ve süslemelerinin zarafetinde kendisini ön plana çıkarmıştır.
Dinin ve tasavvufî eğitimin, Türk-İslâm kültüründe sanat ve özellikle mimari biçim ifadelerine kazandırdığı özellikler kültürün mekân üslubunu belirlemektedir, Rahman ve Rahim olan Allah'ın himayesine mazhar olmanın inancı ile erişilen canlı, parlak, sakin, aydınlık, asude, mütevazı, ciddi, yüce tavır 16. asır Osmanlı çini üslubunda tezahür ettiği gibi, birer cennet örneği olarak vücuda getirilmesi amaçlanan Türk evinin, mahallesinin de temel mimari özelliklerini teşkil etmiştir.(1)
Türk-İslâm sanatındaki bu ince çizgi 19. asrın başlarında, yerini, Batının kimi zaman Helenistik kültür kaynaklarına, kimi zaman da merkeziyetçi ve yönetimci siyasî yapısına göre şekil kazanmaya bırakmış, belki de bu durum o zamanki Türk-İslâm kültürünün sanat temellerine en büyük zararı vermiştir. 20. asrın başlarında ise bu durum etkisini arttırarak sivil mimari başta olmak üzere bütün sanat kollarında kendisini göstermiştir. Bütün bu sebep ve sonuçlar günümüzde "muhafaza" kavramını yeniden önümüze getirmiş ve kültürel mirasların Türkiye ve dünyada önemini milletlerarası anlaşmalarla pekiştirmiştir.
Kent ve restorasyondan bahsederken İstanbul'dan bahsetmemek, kültürel mirastan büyük bir hisseyi elinde tutan milletlerarası bir kente saygısızlık olur. İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğu'ndan günümüze birçok milleti barındırmış, halkları ve onların kültürlerini, haklarını gözetmiş, yerleşiminde her detaya dikkat edilmiş ve bu hoşgörü ortamındaki ince çizgileri muhafaza ederek "mahalleleşmiş" bir kenttir. Böylesine büyük bir hoşgörü ve samimiyet içinde kültürlerin de birbiriyle kaynaşması ve bu ahengin koca bir mimariye yansıması, tek başına İstanbul'un "kültür başkenti" olduğunun göstergesidir. Sultan Fatih ve torunlarının Ayasofya gibi büyük bir mabedi defaatle restore ettirmesi ve o büyük mabedin cami olarak "muhafaza" edilmesi bunun büyük bir göstergesidir. Bu örnek tek değildir ve Anadolu'ya bakıldığında niceleri sayılabilir.
Bütün bu sanatsal, mimari, kültürel, örfî ahengin ortasında bu değerlerin yozlaşması ve kaybolması sorunu elbette vardır. Gelişen ve değişen dünya düzeni bu âhenge ayak uydurmakta güçlük çekmekte ve mevcut sistemde eski kültür ve yapılar maalesef yer almamaktadır. Peki bu durumda bu kültür ve değerler, bu miras nasıl korunmalıdır?
"Dünya Mirası" kavramı çerçevesinde milletlerarası kurumlar, kurullar ve anlaşmalar oluşturulmuş, etkin bir şekilde çalışması sağlanmıştır. UNESCO (Uluslararası Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) ICCROM ( Uluslararası Kültürel Değerleri Koruma ve Düzenleme Çalışmaları Merkezi) ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Siteler Konseyi) bu kurum ve kurulların başını çekmektedir. Bütün bunlar belli anlaşmalar neticesinde olmuş ve bu oluşumlar da nice anlaşmalara sebep olmuş kültürel miras koruma kurumlarıdır.
Bunun yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bünyesindeki taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarının korunması için dünya mirasına büyük katkılar yapacak şekilde kanunlar ve yönetmelikler düzenlemiş, bunların denetimi için de yetkili kurumlar ve bürolar oluşturmuştur. Bu kanunların başında "Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu" gelmektedir. Yıpranan Tarihî ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü Mevzuatı, 5706 Sayılı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Hakkında Kanun gibi kanun ve mevzuat, uluslararası müktesebat gereği Türkiye'nin gerçekleştirdiği ve uyduğu "koruma kriterleri"ni gösterir ve destekler nitelik taşır. Belediyeler bünyesinde kurulması zorunlu olan KUDEB'ler (Koruma, Uygulama, Denetim Büroları) ise bütün bu çalışmaları belediyeler bünyesinde ve tarih nezdinde yapmakla mükelleftir.
Her dünya ülkesi gibi Türkiye de, restorasyon ve konservasyon bilincine ulaşmak için çok çabalar harcamış, denemiş yanılmış, düşmüş kalkmıştır. "Yalnız İsmet İnönü'nün 'Hüzn-âver duruyor' diye İstanbul'da yirmiye yakın minare yıktırdığı hatırlanırsa, bu mevzuda kendimize geldiğimizi sandığımız bir devirde bile eski eserler kayıplarımızın derecesi kolayca anlaşılabilir."(2) Daha nice kaybolan mirasın envanterini buraya yazsak, dergimizin sayfaları yeterli olur mu bilmem. Boğaz yolu için yıkılan yalılar, yol yapmak için dümdüz edilen kabristanlar, şapka kanunu bahanesiyle uçurulan mezar taşları da cabası... Bunlar yapılan hatalardan bazılarıdır. En hazin olanı ise faaliyetler için maddi kaynağın sınırlı, iş gücünün ise eskisi kadar kalifiye olmamasıdır.
Yavaş yavaş toplumların gözünde onarım ve koruma mantığı çerçevesinde eksikler beliriyor. her ülkede olduğu gibi bizde de denetimden kaynaklanan sıkıntılar, restore ve konserve edilecek yapıların "ihale usulü" ile restore edilmesi, yeterli arşiv bilgisinin olmaması ve profesyonel proje ve uygulamanın yapılmayışı gibi aksaklıklar mevcut. Bu aksaklıların tespiti ve sorunların aşılmasında hiç şüphe yok ki sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin, internet sitelerinin ve bireysel çabaların rolü yüksektir. Birçok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de toplumun bu unsurları gerekli tespiti yapıp ilgili makama bildirmek suretiyle sosyal sorumluluğunu yerine getirmektedir.
Tüm bu olumsuzluklar içinde Türkiye, dünya kültürel miras listesinde önemli bir yere sahip olduğu gibi, restorasyon ve konservasyon bilincinde de dünyanın sayılı ülkelerindendir. Eski eser kapsamına giren her türlü somut ve soyut varlık artık eskisi gibi istismar edilmemekte, verilen eğitimlerde ve çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle koruması yapılmaktadır.
İstanbul, dünyanın etik ve estetik ahengi yüksek ender merkezlerindendir. Günümüzde bu değerlerden "estetik", kavram olarak anlam kaymasına uğramış, geleneksel anlam haritasındaki yerinden koparak Batı kültürüne bu kültür içerisinde de bilhassa popüler kültüre adapte edilmiş durumdadır.
Estetik değer kavramı, insan beyninin belli mekân oranlarına ve ışığın dalga boyu sıklıklarına duyarlı olduğunu kabul eder. Denge, düzen, ritim, uyum, oran kavramları bir bütündür. Bu kavramların bütününden hâsıl olan anlam, estetik kavramını oluşturur. Kent içinde yapılan bütün uygulamalar zincirleme etkilere yol açar; bunlar da yalnızca ekonomik yahut politik değil, insanın tarihi, mirası, ataları, çocukları, geleceği ile olan ilişkilerini anlamlandırır ya da anlamları erozyona uğratır. Bu bakımdan estetik, herhangi bir konuya yalnızca pratik açıdan yaklaşım değil, o konuyu çok yönlü olarak değerlendirerek yaklaşım demektir. Nasıl ki, Kant'ın 3. Kritiğinde ayrıntılı olarak anlattığı gibi, estetik algının temelinde düş gücünün sonsuz oyunu, anlamların giderek çoğalması ve sonsuz değerler yaratması yatıyorsa, kent, çevre ya da mimarlık konusunda da estetik yaklaşım, asla sadece güzel bir biçim uygulaması olmayıp, konunun çokyönlü değerlerini gündeme getirmek, onu yorumlamak şeklinde anlaşılmalıdır.
1964 tarihli Venedik Tüzüğü'nün Restorasyon başlığı altında toplanan 9. maddesinde şöyle yazmaktadır: "Onarım uzmanlık gerektiren bir iştir. Amacı, anıtın estetik ve tarihî değerini korumak ve ortaya çıkarmaktır. Onarım kendine temel olacak, aldığı, özgün malzeme ile güvenilir belgelere saygıyla bağlıdır. Faraziyenin başladığı yerde onarım durmalıdır; yapılması gerekli herhangi bir eklemenin mimari kompozisyondan farkı anlaşılabilmeli ve günün damgasını taşımalıdır. Herhangi bir onarım işine başlamadan önce ve bittikten sonra anıtın arkeolojik ve tarihi bir incelemesi yapılmalıdır.(3)
Yapının olduğu gibi ya da çağdaş malzeme ile yerinde ya da başka bir yerde inşa edilmesidir. Tarihî eserlerin onarımı ve güçlendirilmesi için yapılacak çalışmalarda hiç unutulmaması gereken nokta, bu binaların tarihî, kültürel, anıtsal, estetik, sembolik, sosyal ve hatta psikolojik değerleridir.
Kültürel ve sanatsal varlıkların, gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarılabilmesi için, bilgi ve beceriyle donatılmış, gerekli koruma ve onarımı yapabilecek uzman teknik elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik teorik ve uygulamalı eğitim ve öğretim verilmelidir. Ayrıca koruma ve onarım uygulamalarını, teorik ve deneysel yöntemler eşliğinde geliştirmek amacıyla çalışmalar ve araştırmalar yapabilecek, eğitimini verebilecek bilim adamlarının yetiştirilmesi bu anlamda oldukça önemli bir görevimizdir.
------------------------------------------------
(1) Doç. Dr. CANSEVER, T. (2008), İnsan ve Mimari Çevresi, Muradiye Eğitim Bilim Kültür Sanat Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 15, Sayfa: 19
(2) AYVERDİ, E.H. (1985), Ekrem Hakkı AYVERDİ MAKALELER (1. Baskı), Sf: 213, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
(3) AHUNBAY, Z. (1999), Tarihi Çevre Koruma ve Restorasyon (2. baskı), YEM Yayınları, Sf: 150
gelir. Onarım, "Neye göre, nasıl?" sorularını beraberinde getiren bir olgudur. Bu soruları
göz önünde bulundurursak önümüze şöyle bir tanım çıkar: "Eski, tarihî, otantik ve özgünlük
değeri olan, önemli bir ola¬ya ev sahipliği yapmış eserin, aslına uygun olarak, aslî
malzemeden, aslî yapım tekniğinden ve özgünlüğünden faydalanarak, mümkün olduğu kadar az
müdahale ile koruyarak onarılmasıdır."
Esasen yukarıda yapılan restorasyon tanımı salt mimari için olmamalıdır. Doğrusu,
restorasyon (onarım) ve konser-vasyonu (koruma) birlikte düşünerek bunun fikrî açılımlarını
yapmaktır. Restorasyon ve konservasyonu sadece mimariyi düşünerek değil beynelmilel
değerleri, millî, manevî ve ahlâkî fikirleri, devleti, milleti, örf ve adetleri, kültürü ve
öğe¬lerini, tarih ve edebiyatı, sanatı düşünerek incelemeli ve kavramaya çalışmalıyız.
Bununla ilişkili bilgi ve belgeler de konserve edilmelidir.
Bu ifadelerden de anlaşılabileceği gibi restorasyon kavramı, bir muhafaza fikrini ifade
eder. Tarih boyunca insan, yerleşim için "mekân" kavramını yüksek bir bilinçle savunmuş ve
uygun mekânı bulduğunda yerleşmekten çekinmemiştir. Mekânı tarife kalkışırsak eğer, dinî
değerlerimize, örfümüze, âdetlerimize, hayatımıza ve Allah'ın bize lütfettiği "eşref-i
mahlûkât" sıfatına uygun tekâmül etmemize imkân veren bir coğrafya, o coğrafyaya uygun
malzemeler ile şekil kazanmış mahalleler, mahalleleri tezyin eden (süsleyen) haneler
karşımıza çıkar. Özellikle Osmanlı şehirciliği Asya'dan uzanan Türk tarihine ayna olmuş,
İslâm'ın getirdiği ritüellere, ahlâkî prensiplere, edebe ve şükre öylesine kenetlenmiştir
ki, bu gerek mimari yapıların sağlamlığında, gerekse heybet, ihtişam ve süslemelerinin
zarafetinde kendisini ön plana çıkarmıştır.
Dinin ve tasavvufî eğitimin, Türk-İslâm kültüründe sanat ve özellikle mimari biçim
ifadelerine kazandırdığı özellikler kültürün mekân üslubunu belirlemektedir, Rahman ve
Rahim olan Allah'ın himayesine mazhar olmanın inancı ile erişilen canlı, parlak, sakin,
aydınlık, asude, mütevazı, ciddi, yüce tavır 16. asır Osmanlı çini üslubunda tezahür ettiği
gibi, birer cennet örneği olarak vücuda getirilmesi amaçlanan Türk evinin, mahallesinin de
temel mimari özelliklerini teşkil etmiştir.1
Türk-İslâm sanatındaki bu ince çizgi 19. asrın başların¬da, yerini, Batının kimi zaman
Helenistik kültür kaynaklarına, kimi zaman da merkeziyetçi ve yönetimci siyasî yapısına
göre şekil kazanmaya bırakmış, belki de bu durum o zamanki Türk-İslâm kültürünün sanat
temellerine en büyük zararı vermiştir. 20. asrın başlarında ise bu durum etkisini
arttırarak sivil mimari başta olmak üzere bütün sanat kollarında kendisini göstermiştir.
Bütün bu sebep ve sonuçlar günümüzde "muhafaza" kavramını yeniden önümüze getirmiş ve
kültürel mirasların Türkiye ve dünyada önemini milletlerarası anlaşmalarla pekiştirmiştir.
Kent ve restorasyondan bahsederken İstanbul'dan bahsetmemek, kültürel mirastan büyük bir
hisseyi elinde tutan milletlerarası bir kente saygısızlık olur. İstanbul, Doğu Roma
İmparatorluğu'ndan günümüze birçok milleti barındırmış, halkları ve onların kültürlerini,
haklarını gözetmiş, yerleşiminde her detaya dikkat edilmiş ve bu hoşgörü ortamındaki ince
çizgileri muhafaza ederek "mahalleleşmiş" bir kenttir. Böylesine büyük bir hoşgörü ve
samimiyet içinde kültürlerin de birbiriyle kaynaşması ve bu ahengin koca bir mimariye
yansıması, tek başına İstanbul'un "kültür başkenti" olduğunun göstergesidir. Sultan Fatih
ve torunlarının Ayasofya gibi büyük bir mabedi defaatle restore ettirmesi ve o büyük
mabedin cami olarak "muhafaza" edilmesi bunun büyük bir göstergesidir. Bu örnek tek
değildir ve Anadolu'ya bakıldığında niceleri sayılabilir.
Bütün bu sanatsal, mimari, kültürel, örfî ahengin ortasında bu değerlerin yozlaşması ve
kaybolması sorunu elbette vardır. Gelişen ve değişen dünya düzeni bu âhenge ayak uydurmakta
güçlük çekmekte ve mevcut sistemde eski kültür ve yapılar maalesef yer almamaktadır. Peki
bu durumda bu kültür ve değerler, bu miras nasıl korunmalıdır?
"Dünya Mirası" kavramı çerçevesinde milletlerarası kurumlar, kurullar ve anlaşmalar
oluşturulmuş, etkin bir şekilde çalışması sağlanmıştır. UNESCO (Uluslararası Eğitim, Bilim
ve Kültür Kurumu) ICCROM ( Uluslararası Kültürel Değerleri Koruma ve Düzenleme Çalışmaları
Merkezi) ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Siteler Konseyi) bu kurum ve kurulların başını
çekmektedir. Bütün bunlar belli anlaşmalar neticesinde olmuş ve bu oluşumlar da nice
anlaşmalara sebep olmuş kültürel miras koruma kurumlarıdır.
Bunun yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bünyesindeki taşınır ve taşınmaz kültür
varlıklarının korunması için dünya mirasına büyük katkılar yapacak şekilde kanunlar ve
yönetmelikler düzenlemiş, bunların denetimi için de yetkili kurumlar ve bürolar
oluşturmuştur. Bu kanunların başında "Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu"
gelmektedir. Yıpranan Tarihî ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve
Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa
Sözleşmesi'nin Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun, Kültür Varlıkları ve Müzeler
Genel Müdürlüğü Mevzuatı, 5706 Sayılı İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Hakkında Kanun
gibi kanun ve mevzuat, uluslararası müktesebat gereği Türkiye'nin gerçekleştirdiği ve
uyduğu "koruma kriterleri"ni gösterir ve destekler nitelik taşır. Belediyeler bünyesinde
kurulması zorunlu olan KUDEB'ler (Koruma, Uygulama, Denetim Büroları) ise bütün bu
çalışmaları belediyeler bünyesinde ve tarih nezdinde yapmakla mükelleftir.
Her dünya ülkesi gibi Türkiye de, restorasyon ve konservasyon bilincine ulaşmak için çok
çabalar harcamış, denemiş yanılmış, düşmüş kalkmıştır. "Yalnız İsmet İnönü'nün 'Hüzn-âver
duruyor' diye İstanbul'da yirmiye yakın minare yıktırdığı hatırlanırsa, bu mevzuda
kendimize geldiğimizi sandığımız bir devirde bile eski eserler kayıplarımızın derecesi
kolayca anlaşılabilir."2 Daha nice kaybolan mirasın envanterini buraya yazsak, dergimizin
sayfaları yeterli olur mu bilmem. Boğaz yolu için yıkılan yalılar, yol yapmak için dümdüz
edilen kabristanlar, şapka kanunu bahanesiyle uçurulan mezar taşları da cabası... Bunlar
yapılan hatalardan bazılarıdır. En hazin olanı ise faaliyetler için maddi kaynağın sınırlı,
iş gücünün ise eskisi kadar kalifiye olmamasıdır.
Yavaş yavaş toplumların gözünde onarım ve koruma mantığı çerçevesinde eksikler beliriyor.
her ülkede olduğu gibi bizde de denetimden kaynaklanan sıkıntılar, restore ve konserve
edilecek yapıların "ihale usulü" ile restore edilmesi, yeterli arşiv bilgisinin olmaması ve
profesyonel proje ve uygulamanın yapılmayışı gibi aksaklıklar mevcut. Bu aksaklıların
tespiti ve sorunların aşılmasında hiç şüphe yok ki sivil toplum kuruluşlarının,
üniversitelerin, internet sitelerinin ve bireysel çabaların rolü yüksektir. Birçok ülkede
olduğu gibi Türkiye'de de toplumun bu unsurları gerekli tespiti yapıp ilgili makama
bildirmek suretiyle sosyal sorumluluğunu yerine getirmektedir.
Tüm bu olumsuzluklar içinde Türkiye, dünya kültürel miras listesinde önemli bir yere sahip
olduğu gibi, restorasyon ve konservasyon bilincinde de dünyanın sayılı ülkelerindendir.
Eski eser kapsamına giren her türlü somut ve soyut varlık artık eskisi gibi istismar
edilmemekte, verilen eğitimlerde ve çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle koruması
yapılmaktadır.
İstanbul, dünyanın etik ve estetik ahengi yüksek ender merkezlerindendir. Günümüzde bu
değerlerden "estetik", kavram olarak anlam kaymasına uğramış, geleneksel anlam
haritasındaki yerinden koparak Batı kültürüne bu kültür içerisinde de bilhassa popüler
kültüre adapte edilmiş durumdadır.
Estetik değer kavramı, insan beyninin belli mekân oranlarına ve ışığın dalga boyu
sıklıklarına duyarlı olduğunu kabul eder. Denge, düzen, ritim, uyum, oran kavramları bir
bütündür. Bu kavramların bütününden hâsıl olan anlam, estetik kavramını oluşturur. Kent
içinde yapılan bütün uygulamalar zincirleme etkilere yol açar; bunlar da yalnızca ekonomik
yahut politik değil, insanın tarihi, mirası, ataları, çocukları, geleceği ile olan
ilişkilerini anlamlandırır ya da anlamları erozyona uğratır. Bu bakımdan estetik, herhangi
bir konuya yalnızca pratik açıdan yaklaşım değil, o konuyu çok yönlü olarak değerlendirerek
yaklaşım demektir. Nasıl ki, Kant'ın 3. Kritiğinde ayrıntılı olarak anlattığı gibi, estetik
algının temelinde düş gücünün sonsuz oyunu, anlamların giderek çoğalması ve sonsuz değerler
yaratması yatıyorsa, kent, çevre ya da mimarlık konusunda da estetik yaklaşım, asla sadece
güzel bir biçim uygulaması olmayıp, konunun çokyönlü değerlerini gündeme getirmek, onu
yorumlamak şeklinde anlaşılmalıdır.
1964 tarihli Venedik Tüzüğü'nün Restorasyon başlığı altında toplanan 9. maddesinde şöyle
yazmaktadır: "Onarım uzmanlık gerektiren bir iştir. Amacı, anıtın estetik ve tarihî
değerini korumak ve ortaya çıkarmaktır. Onarım kendine temel olacak, aldığı, özgün malzeme
ile güvenilir belgelere saygıyla bağlıdır. Faraziyenin başladığı yerde onarım durmalıdır;
yapılması gerekli herhangi bir eklemenin mimari kompozisyondan farkı anlaşılabilmeli ve
günün damgasını taşımalıdır. Herhangi bir onarım işine başlamadan önce ve bittikten sonra
anıtın arkeolojik ve tarihi bir incelemesi yapılmalıdır.
Yapının olduğu gibi ya da çağdaş malzeme ile yerinde ya da başka bir yerde inşa
edilmesidir. Tarihî eserlerin onarımı ve güçlendirilmesi için yapılacak çalışmalarda hiç
unutulmaması gereken nokta, bu binaların tarihî, kültürel, anıtsal, estetik, sembolik,
sosyal ve hatta psikolojik değerleridir.
Kültürel ve sanatsal varlıkların, gelecek kuşaklara sağlıklı biçimde aktarılabilmesi için,
bilgi ve beceriyle donatılmış, gerekli koruma ve onarımı yapabilecek uzman teknik
elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik teorik ve uygulamalı eğitim ve öğretim
verilmelidir. Ayrıca koruma ve onarım uygulamalarını, teorik ve deneysel yöntemler
eşliğinde geliştirmek amacıyla çalışmalar ve araştırmalar yapabilecek, eğitimini
verebilecek bilim adamlarının yetiştirilmesi bu anlamda oldukça önemli bir görevimizdir.