Mimarlık, mimar olan, olmayan pek çok kişi tarafından, birçok kez, çok değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Bu tanımların kimileri daha nesnel, işlevsel, kimileri ise daha öznel, şiirseldir. Örneğin, Alvar Aalto’ya göre “Mimarlık, değersiz bir tuğlanın, altın bir tuğlaya dönüşmesi”, Ludwig Mies van der Rohe’ye göre “Çağın mekansal terimlerle ortaya konmuş istemi”, Hans Hollein’a göre “İnsanın bedeniyle ve ruhuyla kendini anlatması”, Auguste Perret’ye göre “Mekanı düzenleme sanatı”dır.
Şu mimarlık tanımları ise sırasıyla bir şoföre, bir marangoza, bir ev hanımına aittir: “Mimarlık yaratıcılık demektir”, “İnşaatın veya herhangi bir şeyin projesini çizme veya yaratmadır”, “Mimarlık proje çizmektir.” Le Corbusier’nin Vers une architecture adlı kitabında yer alan mimarlık tanımı ise şöyledir: “Işık altında biraraya getirilen kütlelerin, ustalıklı, doğru ve görkemli oyunu.”
Daha sonra şöyle sürdürür sözlerini Corbusier: “Gözlerimiz biçimleri ışıkta görmek için yaratıldılar; gölgeler ve ışık, biçimleri ortaya çıkarırlar; küpler, koniler, silindirler ve piramitler, ışığın gereğince ortaya çıkardığı çok önemli asal geometrik biçimlerdir.” Yukarıdaki tanım, 1728 doğumlu ütopyacı Fransız mimar Étienne-Louis Boullée’nin 18. yüzyılın son çeyreğinde yazdığı, ama ancak 20. yüzyılın ortasında, 1953 yılında yayımlanabilen bir yazısındaki mimarlık tanımının hemen hemen aynısıdır.
Öte yandan, Boullée, o yazısında “Mimarlığın etkileri ışıkla ortaya çıkar” dedikten sonra, bu sanatın ilkelerinin küp, piramit, küre gibi simetrik, düzgün cisimlerde yansıdığını, bunların en yetkin mimari biçimler olduklarını ileri sürer ki, Le Corbusier’de de aynı savla karşılaşmaktayız.
Öte yandan, 1906 yılında, yani Le Corbusier 9 yaşındayken vefat etmiş olan ünlü ressam Cézanne’ın da “Doğadaki her şey, küre, koni ve silindire göre biçimlendirilmiştir. İnsan bu yalın biçimlerle resim yapmayı öğrenmelidir” dediğini biliyoruz.
Le Corbusier, hala daha eski malzemeleri, eski biçimleri, eski yöntemleri kullanarak binalar yapan mimarların yanlış yolda; çağdaş gereksinmeleri, toplumdaki, bilimdeki, teknolojideki gelişmeleri, yenilikleri dikkate alarak tasarlayıp üretenlerin doğru yolda olduklarını ileri sürer. Bütün bu olayların onun kişisel yaşamında önemli bir yeri olabilir.
“Mimarlar, okulda öğretilen sınırlı bilgilerle yetinerek, yeni inşa kurallarını bilmeden yaşıyorlar ve anlayışlarını, öpüşmek üzere olan güvercin süslemelerinin ötesinde, bilinçli olarak geliştirmiyorlar. Öte yandan, yolcu gemilerini yapan yürekli ve bilgili kişiler,katedrallerin, yanlarında küçücük kaldığı saraylar yapıyorlar, sonra da, bunları suya atıp yüzdürüyorlar. […] Mimarlık gelenek ve göreneklerin arasında boğuluyor
Le Corbusier’nin bu bağlamda yalnızca mimari değil, daha başka tasarımlarında, otomobillere, gemilere, yollara, uçaklara da değindiğini; onların tasarımını, yapımını da binaların tasarımı ve yapımıyla kıyasladığını; kitabında onlarla ilgili bölümlerin de bulunduğunu hemen belirteyim. Şu sözler, Bir Mimarlığa Doğru’nun uçaklara ayrılmış olan bölümünde yer almaktadır: “Uçağın verdiği ders, sorunun ortaya konmasına ve çözülüp gerçekleşmesine yer veren mantıkta yatar. Konut sorunu henüz ortaya konmamıştır. Günümüz mimarlığı, gereksinmelerimize artık karşılık vermemektedir.”
Le Corbusier’nin bu yaklaşımı hayli ilginçtir, ama aynı oranda özgün değildir; çünkü daha önceleri, Greenough, Fergusson, Viollet-le-Duc, Perret, Baudot gibi mimarlar, birtakım tutucu meslektaşlarının tasarladıkları binalar ile ilerici mühendislerin tasarladıkları ulaşım araçlarını kıyaslamışlar ve ikincilerin daha doğru davrandıklarını söylemişlerdir.
Viollet-Le-Duc, 1863’te, yani Bir Mimarlığa Doğru’dan tam 60 yıl önce yayımlanmış olan Mimarlık Üzerine Söyleşiler adlı yapıtında, konuyu son derece açık seçik bir biçimde ortaya koyan şu satırları kaleme almıştır: “Gemi mimarları ve makine mühendisleri, bir gemi ya da bir lokomotif yaparken, XIV. Louis zamanından kalma bir teknenin ya da atlı arabaların biçimini almıyorlar, gözleri başka bir şey görmeksizin, yeni ilkelere uyuyorlar.”
Daha gerilere gidip, daha eskilerin izini sürdüğümüzde ise heykeltıraş Horatio Greenough ile karşılaşırız. İlk ABD Başkanı George Washington’ın çıplak bir heykelini yapmış, daha da ilginci, bu yapıtını Amerikan yönetimine satmayı becerebilmiş olan Greenough, eğer gemi tasarımcılarının yolundan gitseydik, binalarımızın hepsinin Parthenon gibi, onun kadar güzel olacağını ileri sürer.
Doğada düz çizgi yoktur. Dolayısıyla, onu sevenlerin, onu örnek alanların düz yolları sevmemeleri doğaldır. Ama doğa ile bu tür bir ilişkiyi yoğun bir biçimde kurmamış olanlar arasında da düz yolu sevmeyenler bulunabilir. Örneğin, Camillo Sitte bu gibilerin en ünlüleri arasında yer alır. Bu Avusturyalı mimar ve sanat tarihçisi, 1889 yılında yayımlanan Der Städtebau nach seinen künstlerischen Grundsätzen başlıklı kitabında, Ortaçağ’da görülen eğri-büğrü sokakların ve düzgün bir geometrisi olmayan meydanların çekiciliğinden sözeder.
Spiro Kostof ise The City Shaped - Urban Patterns and Meanings Through History başlıklı kitabında, Le Corbusier’nin, henüz Le Corbuier olmadığı delikanlılık yıllarında, memleketi olan La Chaux-de-Fonds’un eğri sokaklarını, eğimli çatılarını sevdiğini ve bu öğeleri kullanarak bir yazı yazıp, bir bahçe tasarladığını söyler. Bu durum son derece ilginçtir, çünküLe Coebusier, Le Corbusier olduktan sonra yazdığı kitaplardan Urbanisme (Şehircilik)’in birinci bölümünde yolları, eşeklerin yolu ve insanların yolu diye ikiye ayırır
Birinci grupta eğri-büğrü, ikinci grupta ise düz yollar yer almaktadır. Le Corbusier’ye göre, “insan düz yürür çünkü bir amacı vardır; nereye gittiğini bilir, bir yere gitmeye karar vermiştir ve oraya dümdüz gider. Eşek, kocaman taşlardan korunmak, eğimden kaçmak, gölgeyi aramak için zigzaglar çizer. Eşek hiçbir şey düşünmez. Eşek bütün kentlerin ve ne yazık ki Paris’in de yollarını çizmiştir.” Evet, Le Corbusier ateşli bir düz yol savunucusudur. Ama o, bu yolun ilk yolcusu değildir. Düz yol edebiyatı, gerek mimarlıkta gerekse şehircilikte önemli bir yer tutan oldukça eski ve zengin bir edebiyattır.
MİMARİ TASARIM DÜŞÜNCESİ
Marsilya’da Michelet Bulvarı üzerinde yer alan ve 1947-1953 yılları arasında, birçok kişinin engel olmaya çalışmasına karşın inşa edilmiş olan Unité d’Habitation, Le Corbusier’nin en ünlü yapılarından biridir; Peter Blake’in belirttiği gibi, onun kentlerle ve konutlarla ilgili ilkelerinin bir tür özetidir. Bu yapıda, Corbu’nün
savunduğu, binanın pilotiler üzerinde kaldırılması, teras çatının çeşitli amaçlarla kullanılması gibi birtakım ilkelerin uygulandığını görüyoruz.
Ama bu yapıdan burada sözetmemin asıl nedeni, Unité d’Habitation’un 23 değişik konut tipine ve 340 daireye sahip olması, içinde sokakların, alışveriş merkezlerinin, okulların, çocuklar için mekanların bulunması; kısaca bir site, küçük bir kent olarak planlanması, bütün bunların kökeninde 1772-1837 yılları arasında yaşamış olan Charles Fourier’nin Falanster’inin bulunmasıdır. Bu ilişki o kadar sıkı bir ilişkidir ki Fourier’in Falanster’inde de, Le Corbusier’nin Unité d’Habitation’unda da aynı sayıda insan, 1.600 kişi yaşamaktadır.
Le Corbusier’nin önemsediği mimari ilkelerden biri de teras çatılarla ilgilidir. Ona göre, “çatılar yıldızlarla flört etmekten” başka bir işe yaramamaktadır.. Doğrusu, oraların kullanılması, kafelerin, restoranların, eğlence mekanlarının oralarda yer almasıdır. Ünlü mimarın bu fikri de özgün değildir; bir ilk değildir. Gerçekten de,
İngiliz doktor Benjamin Ward Richardson da 1876 yılında, yani Le Corbusier’nin dünyaya gelmesinden 11 yıl önce yayımladığı Hygeia adlı ütopyada, dört katı geçmeyen evlerin terasları, çiçek yetiştirilen bahçeler olarak kullanılmaktadır.
Birkaç yıl daha geriye gittiğimizde ise Hector Héreau ile karşılaşırız. Keskin bir öngörüye sahip olan, ancak çeşitli nedenlerden dolayı toplumda hak ettiği yere bir türlü gelemeyen bu yetenekli mimar, 1868’de, yani Le Corbusier’nin doğumundan 19 yıl önce, 67 yaşındayken yayımladığı bir broşürde, teras çatıların bahçe olarak kullanılmasından sözetmiştir.
Bir Mimarlığa Doğru’da evin bir makine olduğunu söyleyen Le Corbusier aynı kitabın bir başka yerinde de bir evin, bir sarayın, “tümüyle canlı varlıklara benzeyen organizmalar” olduklarını ileri sürer. Ünlü mimarın bir başka kitabının, Urbanisme’in son birkaç sayfası çok şaşırtıcıdır; çünkü o sayfalar, insanın iç organlarını gösteren resimlerle doludur. Bunlar Le Corcusier’in, aslında cansız varlıklar olan binalar ve kentler ile canlı organizmalar ve insan bedeni arasındaki bir ilişkiyi gündeme getirdiğini göstermektedir.
Herhangi bir şeyin, bu arada bir fikrin, bir kavramın hiç yoktan var olabilmesi belki büsbütün olanaksız değildir, ama çok zordur. Kültürel gelişim de böyle bir süreç izler. Geleceğin kökeninde geçmişin bulunması çok olağandır. Bu, Le Corbusier’nin mimari söylemi, geleceğe dönük olarak oluşturduğu mimari kültür, mimari kuramlar ve uygulamalar sözkonusu olduğunda da geçerlidir.
Peter Blake’nin dediği gibi, o “inanılmaz derecede güçlü bir sanatçı, büyük tutkuları olan bir savaşçı, söylemi çok çarpıcı olan bir bildirgecidir. “Daha önce gündeme getirilmiş olan kavramları alır, onları akılcı, modern ve güzel bir biçime sokar.” Doğduğu kasabanın, La Chaux-de-Fonds’un insanları saatçilikle geçinir, milimetrik ayrıntılarla uğraşırlar. Oysa Corbusier için ayrıntılardan çok, bütün önemlidir.
Koskocaman bir uluslararası kongrenin, CIAM’ın sonuç bildirisini tek başına kaleme almaya kalkışacak kadar cesaretlidir, kendine o kadar güvenmektedir. Ortaya koyduğu ilkeler açık seçiktir, kesindir. Michel Ragon’un ironik bir biçimde belirttiği gibi, Le Corbusier’ye göre, onun koyduğu ilkelere uymayanlar “budaladır”.
Walter Gropius, Frank Lloyd Wright, Mies van der Rohe ile birlikte Modernizm’in en ünlü, en önemli, en önde gelen temsilcilerinden biri olan; ayrıca kendini çağının sesi, çağının sözcüsü ve Peter Collins’in deyimiyle, “insanların gereksinmelerini en iyi kavrayan bir ‘süper-entelektüel’ olarak gören” Le Corbusier’nin söyleminin bütünü, yani o çok zengin Le Corbusier “külliyatı” elbette ki onun damgasını taşır, onun dehasını yansıtır.
Le Corbusier’nin, başkalarının çaktığı kıvılcımları, damlattığı damlaları, eşsiz retorik becerisini kullanarak, yanan bir ateşe, delice akan bir ırmağa dönüştürdüğünü tasarımlarında görmek mümkün...
MOBİLYALARINDA GEOMETRİK FORMU ESAS ALMIŞTIR.
ZAMAN İÇERİSİNDE KÖŞELİ HATLARDAN DAHA YUMUŞAK GEÇİŞLERE YÖNELMİŞTİR.
MOBİLYALARINDA ÇELİK STRÜKTÜR VE DERİ KULLANMIŞTIR.
KÜÇÜK DETAYLARDAN ÇOK FORMA ÖNEM VERMİŞTİR.
TASARIMI BİR BÜTÜN OLARAK ESAS ALMIŞ VE FARKI VURGULAMAYA ÖZEN GÖSTERMİŞTİR.
{jcomments on}