II. Mahmud’ un yaptığı reformlar, bugünün tabiri ile “gardrop devrimciliği”, insanın zihniyetinden ziyâde, görüntüye yönelik olduğundan istenen sonucu elde edememişti… Giuseppe Donizetti 1854 senesinde Paşa rütbesi alır ve 1856 senesi Şubat ayında ölür . Harbiye’ deki St.Esprit Katedrali’ne gömülür. Mızıka-i Humâyûn’ u aralıksız 24 sene yönetmiştir. Yerine Ahmed Necib Paşa ( 1812-1883) getirilir. Necip Paşa Encümen’de yetişir. 1831 de Mızıka-i Hümâyun’ a geçiş yapar. Batı kültürüne göre yetiştirilmiş Abdülmecid’ in olağanüstü sevgi ve sempatisini kazanmıştır…
Tanzimat Döneminde Müzik…
Osmanlı tahtında 31 sene oturan Sultan II. Mahmud 1 Temmuz 1839 günü ölünce, yerine oğlu Abdülmecîd 16 yaşında Padişah olur. Padişah olduğunda Avrupa teknik, ekonomik, sosyal ve askerî alanlarda oldukça gelişmiştir. 1789 Fransız ihtilâli’ nin üzerinden yarım asır geçer. Bu ihtilâlin en önemli sonucu İmparatorluklar içindeki etnik topluluklarda milliyetçilik hareketlerini ateşlemesidir. Bundan en fazla etkilenen Devlet Osmanlı İmparatorluğu’ dur.
Osmanlı içindeki Hristiyan azınlıklar başta İngiltere ve Fransa olmak üzere büyük devletlerce kışkırtılarak başkaldırmaları için desteklenir. Osmanlı Devleti özellikle kendi içinde askerî ve sivil bürokrasideki yozlaşma sebebiyle iyiden iyiye zayıflar.
II. Mahmud’ un yaptığı reformlar, bugünün tabiri ile “gardrop devrimciliği”, insanın zihniyetinden ziyâde, görüntüye yönelik olduğundan istenen sonucu elde edememişti. O zamandan beri İngiltere, Osmanlı’yı bitirmek emelleri için mason locaları ve İstanbul’ da görevli diplomatlarını kullanır. Bu strateji ülkemizde Cumhuriyet kurulana kadar bütün şiddetiyle devam eder.
Abdülmecîd’ in tahta çıktığı yıl içinde kısaca “Tanzimat” olarak adlandırılan “Gülhane Hatt-ı Hümâyu” nu hazırlayıp okuyacak olan ve “Büyük” sıfatıyla abartılan Mustafa Reşîd Paşa (1800-1858) da İngiltere’nin mason locaları ve diplomatları tarafından özel olarak yetiştirilip, himâye gören misyonerlerden biridir.
Devlet hayatına 1826’da Bâbıâli’ de Mektubî Kalemi’nde başlar. Aradan bir yıl geçmeden bir vesile ile II. Mahmud’ un sempatisini kazanarak bürokratik hiyerarşi dışında 1836’ da hariciye müsteşârı pâyesiyle Londra’ ya gönderilir. Burada (ileride İngiltere’ nin Türkiye Büyükelçisi olacak) Lord Stratford Redklif CANNİNG ile tanışıp, onun yardımıyla Mason locasına girer.
Strafford Canning isimli bu adam, 1806’ dan bu yana yani, III. Selim’ in Padişahlığı döneminden itibaren, çeşitli vesile ve görevlerle sürekli olarak Türkiye’ ye girer, çıkar. Hemen hemen her vesilede Devlet ricâline Osmanlının kurtuluşu (!) adına şu fikirleri öne sürer :
“ 1 )Osmanlı İmparatorluğu’ nun Avrupalılaşması için İslâmiyetten ve onun bütün müesseselerinden ayrılması şarttır
2) Zor ve yavaş ta olsa Türkiye’ nin tek çıkar yolu Hristiyan anlamında medenîleşmesidir.
3) İmparatorluk’ ta baş muzır, İslâm dinidir. Türkiye’ nin hebâ olan enerjisinin üzerinde yatan gerçek bir canavardır.
4) Aksi halde Türkiye yenilik yapacak güç ve kuvvette olmadığı için, geldikleri Orta Asya’ ya çekilmeye mecbur olacaklardır…” (1)
Canning bu nasihatları verirken, aşağı yukarı aynı yıllarda Avusturya Başbakanı olan METTERNİCH daha başka şeyler söylüyordu :
“İmparatorluk günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı ? Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Temellerini III. Selim’ in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden II. Mahmud son haddine vardırır. Bâb-ı Âli’ ye tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi dinî kanunlara saygı esası üzerine kurunuz. Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişah’ la Müslüman teb’ a arasındaki en kuvvetli bağ dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdarenizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Avrupa medeniyetlerinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Türk kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın. Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın. Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa efkârı umûmiyesinin az çok değeri olan olan kısmını yanınızda bulacaksınız… Kısaca , biz Bâb-ı Âli’ ye kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Ama Avrupa’ yı örnek almamalıdır kendine. Avrupa’ nın şartları başkadır, Türkiye’ nin başka. Avrupa’ nın temel kanunları Doğu’ nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felâkete sürükler. Ondan hayır gelmez sizlere…”
Biz nedense o tarihten bu yana ısrarla Metternich’ in dost nasihatlarına hiç itibar etmemiş, oysa Canning’ in bizi felâkete götüren düşmanca tavsiyelerini adeta kulağımıza küpe etmişiz.
Canning ileriki yıllarda İngiltere’ nin İstanbul Büyükelçisi olduğunda :
“…O sadece Osmanlı’ nın dış ilişkilerine karışmakla kalmıyor, Osmanlı Padişahı’ na, hükümetlerine, özellikle gayrımüslim tebaya yönelik reformlar konusunda telkinlerde bulunuyor ve zaman zaman da baskı ve tehditlerde bulunuyordu…
…Canning’ e göre Osmanlı Devleti için iki seçenek vardı; ya Osmanlı’ yı kendi kaderine bırakmak, ya da batı medeniyetine yaklaştırarak yıkılmasını engellemek. Bu düşüncesini daha 7 Mart 1832 tarihinde Lord Palmerston’ a şu şekilde yazmıştı:
…Türk İmparatorluğu son günlerini yaşamaktadır. Ancak Hristiyan Medeniyetine yaklaşmak suretiyle dağılmasını bir müddet için önlemek mümkün olabilir. Bu ihtimal bile zayıf ama, ne olursa olsun tek çare… ” (2)
1837’ de Sultan Mahmud, Reşid Paşa’ yı Hariciye Nâzırlığı’ na getirir. Hariciye Nâzırı iken, Padişah’ a ülkede Batı’ lı anlamda reform yapılması için teklifler götürür. Bu teklifler İngiliz Devleti’ nin talepleri ile birebir benzerlik gösterdiğinden II. Mahmud buna pek itibar etmez.
İşte bu Reşid Paşa Sultan Mahmud’ un ölümü ile, yeni Padişah Abdülmecîd’ in saltanatını kutlamak üzere Ağustos ayı başlarında İstanbul’ a gelir.
Kısa zamanda İngiltere’nin o zamanki Büyükelçisi RADİNG’ in ısrarlı ve yoğun çabaları sonucunda sadrazamlığı elde eder. İngiltere yapılacak sözde ıslahatın dayanaklarının Osmanlı’ nın temel kurum ve değerlerinin zayıflatılarak, hatta mümkünse yıkılarak, Türk toplumunun yerleşik değerlerine aykırı olarak yapılandırılması için elinden gelen her şeyi yapar.
“…Reşit Paşa, Tanzimat’ tan sonra bol sayıda örnekleri görülecek olan yeni tip bir devlet adamıdır. Eskiden nüfuzlu paşaların himayesine girerek idarede kariyer yapılırken, Reşit Paşa, yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapma çığırını açmıştır. Reşit Paşa’ nın koruyucusu, Türkiye’ de uzun yıllar kalan ve kendisine “Sultanların Sultanı”denilen İngiliz Büyük Elçisi Lord Stratford Canning’ dır…
…Reşit Paşa İngiltere’ ye yaslanırken, (Tanzimat’ ın diğer paşaları s.z.ç.) Âli ve Fuat Paşalar Fransa’ya, Mahmut Nedim Paşa Rusya’ ya yönelmiştir…” (3)
Nihayet Reşid Paşa hazırlayıp, Devlet’in ilgili mercilerine imzalattığı “Meclis-i Hass-ı Vükelâ Mazbatası” nı Padişahın onayına sunar. Abdülmecid’ in onamasından sonra 3 Kasım 1839 Pazar günü Topkapı Sarayı’ nın Gülhane Meydanı’nda düzenlenen tantanalı bir törenle Reşid Paşa tarafından okunur.
Okunuşundan ve uygulamaya konuluşunun üzerinden 170 sene geçmiş olmasına rağmen, siyaset literatürümüzde “Tanzimat” kadar enine boyuna yazılıp çizilen bir konu herhalde yoktur. Çünkü Türkiye’ nin bu günkü yapılanışında önemli bir satırbaşıdır; yol ayırımıdır ve bu günkü düzeninin temel altyapısıdır. Hatta denilebilir ki eğer Türkiye’ de “Tanzimat” gerçeği yaşanmasaydı, Cumhuriyet kurulsa bile, kuruluşuyla gerçekleştirilen “inkılâp”ların gerçekleşme şansı her halde yok denecek kadar az olacaktı.
“…1839`dan bu yana devletin yöneldiği temel istikametin ulus devlet olduğunu bilirler. Merkeziyetçi bir devlet inşa etmek için kolları sıvayan Tanzimat ricalinin hayali ulus devlettir. Tanzimat sonrasında bir Osmanlı ulusu` yaratma çabası, imparatorluğu evrim yoluyla bir ulus devlete dönüştürme projesi…” (4)
Meşrutiyet’le gelişip, Cumhuriyetle nihai aşamasının uygulanması sonucunda süreç tamamlanır.
Peki Tanzimat Türkiye’ ye ne getirmiştir? Bu konuda itiraz edilemeyecek tek tez herhalde korunması gereken azınlıkların, ayrıcalıklı hale getirilmesi, bunun sonucunda da İmparatorluğun kısa bir zaman sonrasında yarı sömürge haline gelip çökmesi olacaktır.
Tanzimat’ın yandaş ve karşıtı fikir adamlarının bu konudaki görüşlerini hatırlamamız uygun olacaktır. Ancak Tanzimat ilân edildikten hemen sonra Fransa’nın İstanbul Sefiri (Büyükelçisi) nin ülkesine verdiği rapor olayı kısa ve öz bir şekilde dile getirir; şöyle diyordu Büyükelçi: ”…Ekselansları’ nın çok iyi bildiği gibi, bizim bu reformlardan maksadımız, Osmanlı Devleti’ni kalkındırmak değil, Ayasofya üzerinde parlamakta olan hilâli indirip, yerine tekrar hristiyan haçını koymaktır…” (5)
Bu ne demekti?
”…Halife İstanbul’ da oturuyordu ve Ayasofya fetih sembolü olmaktan başka, Halife’ nin camii idi .Çünkü onun oturduğu yerin -Topkapı Sarayı’nın- en yakınındaki camii idi…
Ayasofya’ ya haç dikmek, bir camiyi kiliseleştirerek eski haline getirmekten öte, hilâfeti, Osmanlı Devleti’ni yıkmak mânasına geliyordu…” (6)
Ülkemizde Tanzimat’ ın bütün boyutları ile tartışılması 1960’ lı yıllarla başlar ve bu konunun öncülerinden birisi de Doğan Avcıoğlu’ dur. Onun söylediklerine baktığımızda :
…1838 Antlaşması, serbest ticaret şartlarını hazırlamıştı. Tanzimat ise, Batı kapitalizmi yararına kurulan bu açık Pazar düzeninin gerekli kıldığı idarî, mâlî vb. reformları getirecektir. Batı kapitalizmininTürkiye’ de yaslanmak istediği Rum ve Ermenilere imtiyazlı bir durum sağlayacaktır.
1838 Antlaşması gibi, Tanzimat reformları da, İngiltere tarafından empoze edilmiştir….
…Ne var ki, açık Pazar şartlarında bu reformlar, esas bakımından, Batı kapitalizminin çıkarlarına hizmet etmekten ve Türkiye’yi sömürgeleştirmekten başka sonuç vermemiştir…” (7)
Oysa günümüzün en önemli tarihçilerinde İlber Ortaylı böyle düşünmez;
“…Tanzimat devri, görkemle açılıp, rezaletle kapanan bir tarihi olaylar bütünü değildir. Hüzünlü ve buhranlı bir atmosferde başladı ve öyle devam etti. Türkiye halen bu gelişmenin sancılarını çekiyor. Yalnız Türkiye değil, İmparatorluk’ tan kopan her ulusun hayatında bu dönemin kalıntılarına rastlanıyor. Bu günün insanı, Tanzimat dönemini değerlendirirken, fakirliğe, bozgun ve despotizme karşı yüzeli yıl önce direnmeğe ve düzeni değiştirmeğe çalışan o kadrolara sahip çıkmalıdır…” (8)
Derken oldukça iyi niyetlidir. Buna karşılık Fikret Başkaya’ ya göre: “…Osmanlı merkezî bürokrasisinin; İmparatorluğun kapitalizmin etkisi altına girmesiyle yapmak zorunda olduğu TANZİMAT ve ISLAHAT ilerici düzenlemeler olarakdeğerlendirilmiştir. Oysa bunlar, merkezî bürokrasinin iktidarını korumak amacıyla yapmak zorunda kaldığı düzenlemelerdi… Batılı kapitalist ülkelerin çıkarlarına da uygun düşüyordu…” (9)
Sene 1856 olmuştur; O tarihte Sadrazam olan Mehmed Emin Âli Paşa, Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu ile gayri Müslimlere verilen hakları yeterli bulmayan İngiltere ve Fransa’ nın baskıları sonucunda, bu devletlerin İstanbul’ daki Büyükelçileri ile birlikte yeni bir ferman hazırlarlar. Bu fermanla Türk unsuru dışındaki teb’ anın Türkiye’ deki durumları daha da ayrıcalıklı hale getirilir.
Adı tarihe “Islahat Fermanı”olarak geçecek olan ve hazırlanan komisyonda İngiliz ve Fransız elçilerinin de bulunduğu bu fermanla Tanzimat’ta Müslüman azınlığa verilen soyut ayrıcalıklar, somut bir hale getirilir. Azınlık bu fermanla kompradorlaşma sürecini daha da hızlandırır. Bu ferman Tanzimat Fermanı’nı dahi oldukça geri bırakır.
Tanzimat ilânına karşı pek tepki göstermeyen kamuoyu, Islahat Fermanı’nın açıklanmasıyla büyük tepkiler gösterecektir.
Tanzimat döneminin siyasi ve sosyal yapısına gözgezdirdikten sonra müziğe gelirsek :
“…Tanzimat öncesi Osmanlı toplumunun merkezî kültüründe tek musıkî türü vardı; bu gün ‘klâsik’ denilen, okumuş çevrenin musıkisi: Osmanlı şehir musıkisi. Yerel nitelikteki halk musıkisi türleri ile gayrimüslim cemaatlerin dinî ve dindışı musıkîleri birer ‘çevre’ (peripheral) musıkisi niteliğindeydi . Osmanlı şehir musıkisi bu çevre musıkilerinin üzerinde, daha yüksek düzeyde oluşan toplumun çeşitli kesimlerini ortak bir dilde birleştiren merkezî bir musıkiydi.
1826’da ilân edilen ‘musıkî tanzimatı’ Batı musıkisini getirdi Osmanlı toplumuna. Musıkinin merkezindeki ikilik böyle başladı. Bu tür değişim süreçleri kültürde ikilik yaratır; ikilik de gerginliğe yol açar…
…ikilik II. Meşrutiyet sonrasında girişilen Darülbedayi ve Darül-Elhân denemeleriyle iki musıkî arasında bir denge, hatta bir sentez kurulmaları arayışına dönüş…” ecektir. (10)
Sultan Abdülmecid şehzadeliğinde tamamen batı kültür kalıpları içinde yetiştirilmişti. Fransızca biliyor ve Geleneksel Musiki yerine Batı Müziği dinlemeyi yeğliyordu. Zaten Mızıka-i Hümâyun ‘ da Devletin şefkâtli koları arasında en itibarlı çağlarından birini yaşıyordu.
Donizetti, Abdülmecid Padişah olduğunda da kurumun yönetiminin başındadır. Ve Padişah’ a hem müzik, hem de diğer alanlardaki yenileşmenin önemi konusunda telkinlerde bulunmaktadır. Mızıka-i Hümâyûn’ a Batıdan bütün enstrümanlar için hocalar getirilmesini sağlar. Bu hocalardan çoğu uzun sürelerle İmparatorluğun başta İstanbul olmak üzere, Bursa, Trabzon ve Adana gibi şehirlerinde dersler verir.
Dolmabahçe Sarayı’ na yurt dışından opera ve operet temsilleri için çeşitli topluluklar gelmeye başlamıştı.
“…1849’da Paris’teki Osmanlı sefaretinde Orkestra Şefi olarak çalışan JOHANN STRAUSS, Sultan Abdülmecid için yaptığı bir besteyi gönderiyor, 5600 kuruş değerinde bir yüzükle ödüllendiriliyordu. Ünlü İtalyan Besteci GİDACCHİNO ROSSİNİ de, 1853’te besteleyip İstanbul’ a gitmekte olan Viyana’lı Dr.Kosti aracılığıyla Abdülmecid’ e gönderdiği MAHMUDİYE ve HAMİDİYE adlı Mehter marşları nedeniyle nişan ve armağanlarla ödüllendirilmişti…” (11)
Ünlü Fransız besteci Franz Liszt 18 Haziran 1847’ de Büyükdere’ de bir konser vermek üzere İstanbul’ a gelir.
“…1850’de İtalyan Parraviccini ve Tizoni adlı iki bayan, Padişah huzurunda şarkı söylemişlerdir. Yine aynı yıllarda Este Prensesi CRİSTİANA TRİVULZİO, Saray’ da müzik dersleri vermek üzere İstanbul’ a gelmiştir…” (12)
Donizetti 1854 senesinde Paşa rütbesi alır ve 1856 senesi Şubat ayında ölür . Harbiye’ deki St.Esprit Katedral’ ine gömülür. Mızıka-i Hümâyûn’ u aralıksız 24 sene yönetmiştir. Yerine AHMED NECİB PAŞA ( 1812-1883) getirilir. Necip Paşa Encümende yetişir. 1831 de Mızıka-i Hümâyun’ a geçiş yapar. Abdülmecid’ in olağan üstü sevgi ve sempatisini kazanmıştır.
Bu arada yurt dışına çok sesli müzik eğitimi almak üzere öğrenci gönderilmesi hızlandırılır.
1855 senesinde bestekâr Leyla Saz’ ın babası Hekimbaşı İsmail Paşa İtalya’ dan köşküne piyano getirtir. Bu İstanbul sosyetesindeki piyano furyasının milâdı olacaktır. O yıllarda Türkiye’de yılda 400 adet piyano satıldığından söz edilir.
MUSIKÎDE ROMANTİK DÖNEM BAŞLIYOR:HACI ARİF BEY(1831-1885)
Hacı Arif Bey ile başlayacak olan romantik dönem öncesinde , Lâle Devri’nden bu yana musıkide önemli değişimler yaşanmıştır. Batı musıkisi ile yakın temas sonucu Osmanlı-Türk musıkisinin çehresi oldukça değişmiş, yaygınlaşmış ve yaygınlaştıkça da kaçınılmaz bir şekilde popülerleşmiştir. Geleneksel Musıki de de zaten: :”…19.yüzyıl musıkisi, 16. yüzyılın melodik dokularına sahip değildir; çünkü yaşama biçimi, sosyal değerler, olayların birey üzerinde yarattığı duygular ile bu duyguların yaşanma ve ifade edilme biçimleri değişmiştir…” (13)
Hal böyle olunca ,yani:
“…MÜZİK POPÜLERLEŞİNCE…
Osmanlı-Türk musıkisini olgun müzikler dairesine koyan özelliklerinden birisinin de, onun ritmi, usul gibi işlemden geçirip, tıpkı güfteye yaptığı gibi melodinin içine gömmede sağladığı başarıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Osmanlı-Türk musıkisi elbette ki asrî zamanların etkilenmelerini yaşadı. Politik mülahazalarla yürütülen kültür savaşları içinde bu musıkinin muhitsizleştirilmesi, yani üretildiği mekânların uğradığı tahribattan bahsetmiyorum. Bu ayrı bir konu. Niyetim, her geleneksel müziğin yaşadığı asrî dönüşümleri gözden geçirmek. Bunların başında bu musıkinin demokratikleştirilmesi ve popülerleştirilmesi geliyor. Bu aynı zamanda da da kapitalizmin sanatı metalaştıran dinamikleriyle birlikte değerlendirilmesi gereken bir husus. ‘Yüceliği sadelik içinde’ anlatan gelenekleri sürdürdüğü sürece müziğin alınması ve satılması son derecede zor bir iştir. Müziğin alınıp satılması için demokratize, popülarize edilmesi lâzımdır. Bu da onun unsurları ve terkipleri üzerinde oynamayı zorunlu kılacaktır. Beethoven’ in 5. Senfoni’ si baştan sona dinlenmesi zor bir eserdir. Ama eğer kulakları bir anda saran leidmotive’ ini mesela popüler ritim kalıplarıyla bezeyip, üç-beş dakikalık bir ‘parça’ haline getirirseniz kolayca satabilirsiniz. Osmanlı-Türk musıkisi de önce form düzeyinde demokratikleşti. Kâr, beste, ağır semai, yürük semai gibi formlar, bırakın dinlenmeyi, işlenmez oldu. Mustafa Çavuş’ un öncülüğünü yaptığı şarkı geleneği, Hacı Arif ekolüyle şahikasına ulaştı; bu günlere geldi. Asaf Hâlet Çelebi’ nin bundan seneler önce yazdığı yazılarda Hacı Arif ya da Şevki Bey küçümsenir. Eğer yaşasaydı ve bugün yapılanları görseydi ne yazardı kim bilir?…” (14)
Bütün bu belirtilen hususlar, 1940’ lı yılların sonuna doğru Türkiye’de yaşanmaya başlayacak, kapitalizm süreci boyunca da yaşanması artarak devam edecektir.
Şarkı formu, gerçi asırlar öncesinden bu yana biliniyor, okunuyor ve dinleniyorsa da, özgünlük ve popülaritesini Hacı Arif Bey ile kazanır ve de Türk Musıkisi ‘nin sözlü eserler formundaki bütün türlerin önüne geçer. Daha doğrusu zaman içinde, üretim bakımından musıkînin neredeyse tek formuna dönüşür.
“…Şarkı çığırını açan H. Arif Bey de (1831-1885) klâsik üslûbun yüklü, ağır anlatımından sıyrılarak halkın daha kolay sevebileceği, sade, samimi eserler bestelemiş olmakla birlikte, şarkıya; belli bir yapıya, belli kurallara kavuşturulması gereken bir form olarak eğilme gereğini duymuştur…” (15)
Hacı Arif Bey şarkılarının melodik örgüsünü bir mimar titiizliğinde işlemiştir. Şarkılarındaki güfte –beste uyumu, prozodik estetik, makam seçimi, geçkilerdeki senkron incelendiğinde neredeyse kusursuz dedirtecek mükemmelliktedir. “Nevzemin” olarak adlandırılan dörtten fazla mısra taşıyan şarkılarında yaptığı makamsal ve ritmik değişmelerdeki kalite hiçbir zaman aşılamamıştır.
Herhangi bir enstrüman çalmaması ve nota bilmemesine rağmen, Kürdilihicazkâr gibi bir makamı terkip etmesi, onun yaradılışdan gelen yeteneğinin en büyük göstergesidir. Kürdilihicazkâr makamının parlak seyrinde acılar ve sevinçlerini aynı başarı ile anlatmıştır.
Hayatı belki de tüm zamanlar içinde en bilinen bestekârdır. Padişâh’ ın iltifatı sonucunda Harem’ de câriyelerin meşk hocalığına getirildikten sonra, Çeşm-i Diber isimli Çerkez câriye ile yaşadığı ilişki, sonrasında evlilik ve ayrılıkları yazılır; sinema ve tv filmlerine konu olur.
Terkedilişinden sonraki iki yıl içinde, kendi bulduğu Kürdilihicâzkâr makamından bestelediği “Niçün terkeyleyip gitdin a zâlim?”, “ Geçti zahm-ı tîr-i hicrin tâ dil-i nâşadıma” ve “Düşer mi şânına ey şeh-i hûbân?” sözleriyle başlayan şâheser şarkılarını yapar.
1860’larda Abdülmecid , o günlerde bestelediği Sultâniırak makamındaki “Bana lûtfeyler iken/Neden menfûrun oldum ben?” sözleriyle başlayan eserini dinledikten sonra Ârif Bey’ i yeniden Saray’ a almasında etkisi oduğu söylenir..
Henüz yaşı yirmiyi bulmadan Ârif Bey Abdülmecîd’ in mabeyincisi olmuştur. Musîki öğrenimini tamamlamış ve artık Haremde cariyelere ders vermeye başlamıştır. Burada Çeşm-i Dilber, Zülf-i Nigâr ve Nigârnik isimli câriyelerle peşpeşe yaşadığı aşk ve sansasyonlar efsaneleşerek günümüze kadar anlatılacak, hatta sinemalaştırılacaktı.
Yaşadığı bu skandallar yüzünden gerek Abdülmecîd ve gerekse Abdülhamid ile polemiklere varacak kadar didişme raddelerini de yaşamıştı. Kimbilir, belki de Ârif Bey’ in karakteristik bestekâr kimliğinin oluşması, yaşadığı bu serüvenlerle oldukça ilişkiliydi.
“…Tanzimat döneminde klâsik yoldaki bestecilerin sayıları azalmakla birlikte, XIX. yüzyılın sonlarına kadar eser vermeye devam etmişlerdir. Ancak bu sıralarda Türk Müziğinin geleceğini Cumhuriyet sonrası yıllarda da etkileyecek olan yeni bir akım başlar : <şarkı besteciliği> Bu akımın sonucunda ŞARKI en önemli, neredeyse tek form haline gelir…” (16)
Türk Edebiyatı Dergisi’nin Haziran/2007 sayısında , Hacı Arif Bey’in maceralı hayatında bir de “bankerzeliği” ni öğreniyoruz. Hattat Talip Mert’ in Osmanlı Arşivlerinde çalışırken, bestekârın zamanın padişahı Abdülmecid’ e yazdığı bir dilekçede Eyüp’ teki evini Saray’ a uzaklığından dolayı 150.000 kuruşa satıp, parasını Balıkhane mültezimi Hacı Raşid Ağa ile kardeşi Raif Ağa’ ya faize vermiştir. Ancak Süleymaniye Camii’ nin karşısında ki bir arsada ev yaptırmaya başlayıp, para gerektiğinde parasını geri alamaz ve çeşitli mercilere yaptığı müracaatlar da sonuçsuz kalır. Son çare olarak padişaha dilekçe verir. Bundan sonrasına ilişkin bir belgeden söz edilmez.
Devrin en önemli bestekârı olan Hacı Arif Bey, Abdülhamid tahta çıktığında geçmişinde yaşadığı serüvenler sonucu artık sarayda değildir. O artık evindedir ve Kürdilihicazkâr ve Hüzzam gibi nadide makamlardan harikalarını üretmektedir. Eserlerinin şöhreti İmparatorluk sınırlarını aşmış, besteleri diğer İslâm ülkelerinde de çalınmaktadır.
Bu ülkelerden İran Hükümdarı Nasıreddin Şah, ülkesinin İstanbul sefiri kanalıyla Abdülhamid’ aracılığıyla Arif Bey’ i ülkesine ve Sarayına davet eder. Ancak :
“…Sultan Hamid, Ârif Bey çapındaki bir dâhiyi Türkiye’ den kaçırmanın tarihi mesuliyetini biliyordu. Büyükelçi’ ye şöyle dedi :
-Ârif Bey’in Mızıkay-ı Hümâyûn’dan ayrıldığını kat’ iyen işitmedim. Onun yerini dolduracak kimse yoktur. Şah Hazretleri’ nden özür dilerim!..” (17)
Hacı Arif Bey’in şarkıda açtığı çığırı, halefi konumundaki talebesi Şevki Bey (1860-1891) sürdürür. Şevki Bey ile şarkı formu yeni yeni özellikler kazanır. Hacı Arif Bey’ in Kürdîlihicazkâr ve Hüzzam’da yaptılklarını, sanki Şevki Bey Uşşak ve Hicazlar’ da yapar. Özellikle Uşşak’ ta makamın işlenmesi gereken ne kadar varyasyonu varsa Şevki Bey hepsini bitirir.
Şevki Bey’ in repertuvarımıza bıraktığı eserlerin nitelik ve niceliklerine ve kısa hayatına baktığımızda, bu yoğunlukta bir üretim gerçekten inanılır gibi değildir. Bir gecede 8-10 şarkı birden bestelediğini görüyoruz ki; zaten böyle bir hızı yaşadığı hayatla da paralel götürecek 31 yaşında dünyaya veda edecektir.
“… devir şairlerinden Reşad Paşa,
Hemdem idi gülşeninde bülbülün
Gitdi Şevki neş’esi kaçtı dilin
Nakaratlı bir şarkı ile samimi ızdırabını göstermeye çalışmış ve meşhur Santurî Edhem Efendi de,
Gitdi elden Şevki’m artık neyleyim
Nerde bir yâr-ı vefâdar peyleyim
Ömrüm oldukça bütün gün ağlayım
diye ömrünün sonuna kadar yanmıştı. Recaizâde Mahmud Ekrem Bey’ in yazdığı ve Rahmi Bey’ in Bayati makamında bestelediği “Şevki yok” redifli şarkının da Şevki Bey için söylendiği ileri sürülür….” (18)
Hacı Arif Bey ‘le başlayan “Romantik” dönem kuşağının diğer önemli bestekârları ise, Haşim Bey (1815—1869) Nikoğos Ağa (1836-1886), Rifat Bey (1820-1888), Enderuni Ali Bey (1830-1897) dir.
Hacı Ârif Bey’in açtığı yoldan devam eden kendi kuşağının bestekârları da misyonlarını 20. Yuzyılda Enderuni Hafız Hüsnü Efendi (1858-1919), Rahmi Bey (1865-1924), Şemseddin Ziya Bey (1882—1925), Giriftzen Asım Bey (1852—1927), Selanikli Ahmed Efendi (1868—1927), Leyla Saz (1850—1936), Lem’i Atlı (1869—1945), Rakım Erkutlu (1872—1948), Şerif İçli (1899—1956), Suphi Ziya Özbekkan (1887—1948) a devrederler.
OPERA TÜRKİYE’DE
Daha önce 18. yüzyılın sonlarında Saray’ da münferit temsiller verilse de, Türkiye’ de kurmsal anlamda ve kalıcı olarak opera ve operet temsillernin de başlangıcı Tanzimat dönemidir. Sene 1840’ tır. Yani Tanzimat’ ın ilânının üzerinden bir sene geçmiştir. BOSCO isimli bir İtalyan İstiklâl Caddesi’ nde Galatasaray Lisesi’ nin karşısında bir tiyatro binası inşa ettirir. Burada artık metinleri Türkçe’ye çevrilen opera ve operetler sergilenecektir. İlk sergilenen opera da Gaetano DONİZETTİ’ nin (1797-1848) “BELİSARİO” olacaktı. Dört sene sonra Bosco tiyatrosunu Tütüncüoğlu Michael Naum Efendi’ ye devreder. Naum Efendi de perdelerini yine Donizetti’ nin bir başka eseri olan ”LUCREZİA BORGİA” ile açar. Naum Efendi faaliyetini burada 1870 senesine kadar tam 26 sene sürdürecektir.
Abdülmecid, Dolmabahçe’ de Saray’ın tam karşısında bugün İnönü Stad’ ının bulunduğu yere bir opera binası yaptırır. Açılışı 11 Ocak 1859 senesi yapılan bu binaya ilk temsil için İtalya’ dan müzisyenler getirilir. Bu bina açılışından 5 yıl sonra 1864’ te yanar.
Tanzimat’ la başlayan opera’ nın gelişmesi ve yayılması II. Meşrutiyet dönemine kadar sürer. Ondan sonraki sürecin savaş yılları olması sebebiyle kültür iletişiminin kesilmesi sonucu uzun bir süre sessiz bir dönem yaşanır. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte, devletin kültür ve sanat politikası gereği opera 1930’lıyıllarda zorlayıcı bir şekilde yeniden gündeme gelir.
_______________________
K A Y N A K L A R
(1) Mustafa KARA,”Din,Hayat,Sanat AçısındanTekkeler ve Zaviyeler”,Dergâh Yayınları,İstanbul/1980,(ikinci baskı),s.267
(2) Mustafa ÇUFALI,Osmanlı Reformlarına Yönelik İngiliz Politikası,Yeni Türkiye-31,Osmanlı I,Siyaset ve Teşkilât,Ocak-Şubat/2000,s.217
(3) Doğan AVCIOĞLU,Türkiye’nin Düzeni,Tekin Yayınevi,İstanbul/1976,Birinci Kitap,s.119,120
(4) Mümtaz’er TÜRKÖNE,” ‘Ulus Devlet’in ‘Ulus’unu Tartışmak”,Zaman Gazetesi,2 Eylül 2008
(5) D.Mehmet DOĞAN,”Batılılaşma İhaneti”Beyan Yayınları,İstanbul/1986,s.202
(6) D.Mehmet DOĞAN,”a.g.e.”,s.203
(7) Doğan AVCIOĞLU,”a.g.e”,s.118,119
(8) İlber ORTAYLI,”İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”,Hil Yayınları,İstanbul/1983,s.?
(9) Fikret BAŞKAYA,”Paradigmanın İflası”,Maki Basın Yayın,Ankara/Kasım-2002,(8.baskı),s.46
(10) Bülent AKSOY,”Cumhuriyet Dönemi Musıkiinde Farklılaşma Olgusu”,Cumhuriyet’in Sesleri,Tarih Vakfı Yayınları,İstanbul/1999,s.31
(11) Şefik KAHRAMANKAPTAN,”İsmet İnönü ve Harika Çocuklar”,Ümit Yayıncılık,Ankara/1998,s.20
(12) Ogün Atilla BUDAK,”Türk Müziğinin Kökeni-Gelişimi”,Kültür Bakanlığı Yayınları,Ankara/2000,s.122
(13) Tamer KÜTÜKÇÜ,”Batı Müziği ve Millî Musıkîlerin ‘Modernizasyonu’ “,Türk Edebiyatı Dergisi,Nisan/2006,sayı:390
(14) Süleyman Seyfi ÖĞÜN,”Ses Dünyası”,Zaman Gazetesi,10 Mayıs 2008
(15) Gülay KARAMAHMUTOĞLU,”Tanzimat Döneminde Müzik”,Osmanlı-10,Yeni Türkiye Yayınları, Ankara/1991,s.635
(16) Gülay KARAMAHMUTOĞLU , “a.g.e”,s.633
(17) Yılmaz ÖZTUNA,”Türk Bestecileri Ansiklopedisi”,Hayat Neşriyat A.Ş.,İstanbul,s.6
(18) Tahir AYDOĞDU,”www.turkmusıkisi.com”