MANİYERİZM’İN GENEL ÖZELLİKLERİ
Genel olarak birkaç özellik göze çarpar. Bunlar: 1-Maniyerist sanatçılar, Michelangelo’nun uyguladığı, alışılmış şekilciliğin dışına çıkma çabasını izlemişlerdir. 2-Rönesans’ın ölçülü, sakin kompozisyonlarının yerini, huzursuzluk almıştır. İdeal güzelliğin yerini anlam ve heyecan, dengenin yerini dengesizlik almıştır. Bunun yanında, dramatik güzellik ve ifadecilik yapılan çalışmalarda egemendir. 3-Bu üslupta kullanılan kuvvetli ışık-gölge zıtlıkları, iç huzursuzlukları ifade eder. Rönesans döneminde kullanılan canlı ve parlak renklerin yerini maniyerist üslupta, mat, parlak olmayan renkler almıştır.
Devamını oku...
|
MANİYERİZM
Maniyerizm'e Bakış Yüksek Rönesans’ın yaşandığı 16.yy. içinde çok önemli bir hareket olarak karşımıza çıkan maniyerizm, Rönesans’ın klasik dönemindeki Raphael, Bramente, Correggio, Michelangelo gibi sanatçıların tarzını esas alan, İtalyanca “maniera“ sözcüğünden kaynaklanan ve Osmanlıca “tasannuculuk “ sözcüğüyle karşılanan terim “yapmacık, yapmacıklı üslup” anlamına gelir. Maniera’yı sözlük anlamı ile ele alırsak, teknik inceliklerleri büyük ustaların eserlerini, ruhsuz, anlam katmadan taklit etmek demektir. Maniyerizm ise taklitçilik anlamı taşır. Bir üslubun aşırılığa kaçan tarzda kullanılması anlamında da ifade edilir. Maniyerizm Gotik’ten sonra uluslar arası nitelik taşıyan bir sanat üslubudur. Rönesans’a hem şekil, hem anlam bakımından karşıt bir hareket olarak Maniyerizm ’e sanat tarihçilerinin de reaksiyonları olmuştur. Maniyerizm’i bir devir üslubu olarak kabul edilen sanat tarihçilerine karşılık, bir o kadarı da sanat tarihinde Maniyerizm diye ayrı bir sanat devri taşımamaktadır. Kalsik tarihin akışı içinde çok kısa bir dönem, adeta bir andır. Bu bakımdan genel sanat tarihi yayınlarında bazen “Maniyerizm” diye bir devir ele alınmıştır. Maniyerist üslubun temsilcisi olarak tanıtılan eserler bazı yayınlarda karşımıza yüksek veya geç Rönesans, bazılarında ise Barok üslubunun temsilcisi olarak çıkar.
Devamını oku...
ASYA -TÜRK SANATI
Asya-Türk Sanatı
Karahanlılar
Karahanlılar, Asya'da kurulmuş ilk İslâm Türk devletidir. Bu devleti kuran Karluk Türk' leri olup, Çiğil ve Yağma Türkleri de bunlarla beraberdir. IX. yy. ortalarından, XIII. yy başlarına kadar (842-1212) hüküm sürmüşlerdir.
1. Mimarî
a) Camiler
Karahanlılar'dan kalan en eski yapılar (X.yy.), kerpiçten, tuğla mimariye geçişi göstermektedir. Buhara'nın 40 km. yakınındaki Hazar şehrinde, XI. yy.'dan kalan küçük Degaron Camii'nde kerpiç ve tuğla beraber kullanılmıştır. Cami, plânı ve mimarisi bakımından inanılmaz bir gelişme göstermektedir. İnce ve yuvarlak payeler üzerine dört sivri kemerlerle oturan kubbe, yanlardan tonozlarla çevrilmiş olup, köşelerde birer küçük kubbe ile, küçük ölçüde bir merkezi plân şemasını ortaya koymaktadır.
Devamını oku...
İstanbul'un 10 Güzel Çeşmesi
Lale Devri padişahlarından 3. Ahmed, çeşme ve sebil yapımına özen göstermiş. Kendi adını taşıyan çeşmelerden biri, Topkapı Sarayı ile Ayasofya arasında bulunuyor. Mimar Ahmed Ağa'ya yaptırılmış. Meydan çeşmelerinin en önemlisi olarak görülüyor. 1729'da Topkapı Sarayı'nın Bab-ı Humayun kapısının önüne inşa ettirilmiş. Dört bir yanı taş, bronz ve ahşap işçiliğinin en güzel örnekleriyle süslü. Yapıldığı dönem itibariyle sade değil tam aksine lüksün, bolluğun ve güzelliğin sembolü olarak inşa edilmiş. Barok taş süslemelerinin yanında geleneksel Türk çini işçiliğinin de örneklerini taşıyor. Çinileri Tekfur Sarayı atölyelerinde yapılmış. Dikdörtgen planlı çeşmenin köşeleri, yarım yuvarlak çıkıntılardan oluşuyor. Her cephenin ortasında bir çeşme, her çeşme ve sebilin arasında da mihrap biçimli birer niş var. Çatısı ahşap saçaklı bir kurşun kaplama ile örtülü.
Devamını oku...
Osmanlı'da Çeşmeler
OSMANLI'DA ÇEŞMELER Su, insanlık tarihi boyunca hayatın merkezinde bulunmuş, insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için en temel ihtiyaç maddesi olagelmiştir. Şehirler su kenarlarına kurulmuş, su için savaşlar yapılmış, politikalar güdülmüş ve savaş stratejileri hazırlanmıştır. İlk çağda kentleşmeler ve daha sonra devletin çekirdeğini oluşturacak örgütlenmeler, nehir boylarında yerleşmiş halklarda görülmüştür. Büyük şehirlerin dışardan gelen ihtiyaçlarını karşılamak için ucuz ve hızlı bir taşıma aracı olan gemilerden faydalanmak amacıyla nehir veya deniz kenarlarında yerleşimler olmuştur. Yerleşik hayata geçmiş halklar için şehre veya sulama için araziye su temini de bütün medeniyetlerin ana problemlerinden birisi olmuştur. Su her zaman insan hayatının vazgeçilemez ihtiyacı olmuştur.
Devamını oku...
Frigyalılarda Sanat-2
Perşembe, 11 Aralık 2008 22:20
Restoratör Ergin AKTAŞ
Heykelcilik
Buluntular fazla olma¬makla birlikte ele geçen örnekler Frig heykelciliğinin gelişmiş olduğunu gös¬termektedir.Boğazköy'de bulunmuş olan,elleri çıplak göğsünün üzerinde iken tasfir edilen Kibele heykeli Frig heykelciliğinin en güzel eseridir. Darende'nin 10 km güneybatısında Palanga'da ve Bünyan’ın 40 km kuzeydoğusundaki Kulu ’da bulunmuş olan heykeller, en eski örnekleri oluşturur. Bir başka heykel de Midas Kenti'nde bulunmuştur Tanrıca Agdistis'e ait olan bu heykel bir gövde parçasıdır.Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen aslan heykelleri, Geç Hitit örneklerinin kopyalarıdır.
Devamını oku...
Frigyalılarda Sanat-1
Perşembe, 11 Aralık 2008 22:14
Restoratör. Ergin Aktaş
FRİGLER Günümüzden 3.000 (2.757) yıl kadar önce Thrak kökenli, Balkanlardan, Trakya ve boğazlar üzerinden Anadoluya geçmiş. Büyük olasılıkla Hititleri yerle bir eden kavimler içinde yer alan halk topluluğudur. Daha sonra Orta Anadolu'da Kızılırmak ve Konya bölgeleriyle Tuz Gölü'ne kadar uzanan yörede yaşamışlardır.
Devamını oku...
Bir İnsani Bilim Olarak Sanat Tarihi*
I Ölümünden dokuz gün önce, doktoru Immanuel Kant'ı ziyaret eder. Gözleri zor gören, yaşlı ve hasta Kant, koltuğundan kalkar, güçsüzlüğünü ele verecek biçimde yaprak gibi titreyerek anlaşılmaz birtakım sözcükler mırıldanır. Sonunda sadık dostu, Kant'ın misafiri oturmadan oturmayacağını fark eder ve oturur. Bunun üzerine Kant koltuğuna oturmasına yardım edilmesine izin verir, gücünü topladıktan sonra, “Das Gefühl für Humanität hat mich noch nicht velassen,” der – “İnsanlık duygusu henüz terk etmedi beni”. İki adamın gözleri dolu dolu olur. Çünkü, Humanität sözcüğünün, onsekizinci yüzyılda, nezaket ve terbiye dışında kayda değer bir anlamı olmasa da, yukarıda anlatılan koşulların da vurguladığı gibi, Kant için çok daha derin bir anlamı vardı – kişinin kendisinin istediği ve kendi kendisine dayattığı; hastalıkla, çürümeyle ve “ölümlü” sözcüğünde içerilen her şeyle çelişen kendi kurallarının o gururlu ve trajik bilinci.
Devamını oku...
|
|