RestoraTÜRK

  • Yazı boyutunu yükselt
  • Varsayılan yazı boyutu
  • Yazı boyutunu düşür
Anasayfa Sanat Sanat Tarihi ASYA -TÜRK SANATI

ASYA -TÜRK SANATI


Asya-Türk Sanatı

Karahanlılar

Karahanlılar, Asya'da kurulmuş ilk İslâm Türk devletidir. Bu devleti kuran Karluk Türk' leri olup, Çiğil ve Yağma Türkleri de bunlarla beraberdir. IX. yy. ortalarından, XIII. yy başlarına kadar (842-1212) hüküm sürmüşlerdir.

1. Mimarî


a) Camiler

Karahanlılar'dan kalan en eski yapılar (X.yy.), kerpiçten, tuğla mimariye geçişi göstermektedir. Buhara'nın 40 km. yakınındaki Hazar şehrinde, XI. yy.'dan kalan küçük Degaron Camii'nde kerpiç ve tuğla beraber kullanılmıştır. Cami, plânı ve mimarisi bakımından inanılmaz bir gelişme göstermektedir. İnce ve yuvarlak payeler üzerine dört sivri kemerlerle oturan kubbe, yanlardan tonozlarla çevrilmiş olup, köşelerde birer küçük kubbe ile, küçük ölçüde bir merkezi plân şemasını ortaya koymaktadır.
XI. ve XII. yy.'lar, Karahanlı tuğla mimarisinin parlak bir gelişme devri olmuştur. Eski Merv'in 30 km. yakınındaki Talhatan Baba Camii, artık tamamen tuğladan yapılmıştır. Dikdörtgen biçimindeki cami, yanlara doğru, küçük çapraz tonozlarla genişletilmiş tek kubbeli bir plân gösterir. Cepheler, nişlerle düzenlenmiştir. Bunlarda, tuğlaların çeşitli şekillerde dizilmesinden meydana gelen zengin mimari süslemeler daha sonraki Karahanlı eserlerine öncü olmuştur. XVI. yy.'da Osmanlı Devrinde, Mimar Sinan'ın tek kubbeli camileri, aynı prensiple yanlara doğru genişleterek mekân mimarisi araştırmalarına başlaması bakımından, Talhatan Baba Camii plânı dikkati çeker.
İlk Karahanlı kubbelerinin hafifçe sivrilmesiyle, tipik Selçuklu kubbesi ortaya çıkmış, zamanla Timurlu ve Hint-Türk mimarisinde olduğu gibi, bu kubbeler yüksek bir kasnak ile daha da anıtsal hale getirilmiştir.
Bu dönemin en dikkat çekici unsurları arasında, duvarlardan ana kubbeye geçiş meselesinin halledilmesi için kullanılan geçiş unsurları vardır. Bunların en ilginci, Tim'deki Arap Ata Türbesinde (978) ortaya çıkan "üç dilimli, yonca biçimi tromp" denilen şekildir.

b) Medreseler

Türk mimarlığındaki eyvanlı medreselerin ilk örneklerine de, Karahanlılar'da rastlanılmaktadır. Semerkand'daki Şah Zinde yolu üzerinde yapılan kazılarda (1969-1972), bu yapı türünün önemli örneklerinden biri ortaya çıkarıldı. 1066'da Tamgaç Buğra Han tarafından yaptırılan medrese, oymalı şituk (yalancı mermer) süslemelerle kaplıydı. Dört yönden tonozlarla çevrili, küçük kubbeli girişi, küçük eyvanların açıldığı dikdörtgen plânlı avlusuyla bu yapı eyvanlı medreselerin ilk örneklerindendir.

c) Türbeler


Karahanlı mimarlığı, türbe yapılarıyla da ilgi çeker. Zerefşan vadisi yakınındaki Tim'de bulunan Arapata türbesi (978) Karahanlılar'dan kalan en eski eserdir. Kare plânlı yapı, yonca biçimi tonoz bingilere oturan bir kubbe ile örtülüdür. Ön cephe, yazı kuşağı ile çevrilmiş zengin tuğla süslemeli üç niş vardır. Talas'daki (Kazakistan) XII. yy.'dan kalma Ayşebibi ve Balaci Hatun türbeleri, Karahanlılar'da türbe mimarlığının gelişimini yansıtırlar. Kare plânlı Ayşebibi türbesi, süslü, kalın köşe sütunlarının sınırladığı dar ve derin taçkapısıyla, ön cephenin köşelerinde yer alan üstü ve altı geniş, ortası dar minareleriyle dikkati çeker.

Daha yalın bir örnek olan Balaci Hatun türbesi ise, içten sekiz dilimli kubbe, dıştan onaltı yivli piramit biçimi külâhla örtülüdür. Ön cephede, ortada taçkapı, yanlarda dar uzun nişler vardır. Fergana vadisinin doğusundaki Özkent'de de Karahanlı türbe mimarlığının üç önemli örneği bulunmaktadır: Ahmet Arslan Karahan türbesi (1012), Hüseyin bin Hasan türbesi (1152) ve I. Muhammed türbesi (1187). Ahmet Arslan Karahan'ın türbesinin tonoz bingilerinde geometrik kompozisyonların yanısıra ilk kez stilize bitki motifleriyle karşılaşılmaktadır. Dört duvara oturan tonoz bingili bir kubbe ile örtülü olan Hüseyin bin Hasan'ın türbesi ise, ön cephesi ve dış görünümüyle Türk türbe mimarlığında çığır açan bir yapıdır. Sivri kemerli taçkapısı geniş geometrik bordürlerle çevrilmiş, yanlara birer yuvarlak sütun yerleştirilmiştir. Taçkapı kemerini kaplayan nesih kitabede, ilk kez rumîler görülür. I. Muhammed'eait olan üçüncü türbede dikey çizgiler hakimdir. Ancak, cephe mimarisi ve süslemeleri diğerleriyle benzerdir.

Dönemin önemli türbelerinden biri de Fergana'nın kuzeyinde, Sefid Bulan'daki Şeyh Fazıl türbesidir (XII. yy. ortaları). Tümüyle tuğladan yapılmış on dört metre yüksekliğindeki türbe, kübik bir gövde üzerinde, sekizgen bir kat ve üç basamak halinde konik bir çatıdan oluşur. Dış cephelerinin yalınlığına karşılık, içi şituk (yalancı mermer) süslemeler ve kûfî yazı kuşaklarıyla kaplıdır.

d) Kervansaraylar

Türk mimarisinde en eski kervansaraylar, Karahanlılar'dan kalmış olup, Bunlara ribat adı verilmiştir. Karahanlı kervansarayların mimarisi ve plânları daha sonra, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları'nın yaptırdığı kervansaraylarda geliştirilmiştir.

1078-79 tarihli Ribat-ı Melik kervansarayı, duvar izlerine göre,kare biçiminde(86x86 m) bir yapı idi. Tamamiyle kerpiçten ve üzeri tuğla kaplanmış yapıdan, yalnız güney cephe duvarı ile portal ayakta kalmıştır. Cephenin tam ortasında yükselen sivri kemerli portal (taçkapı), Türk mimarisinin klâsik portal daha XI. yy.'ın ikinci arısında, olgunlaşmış halde göstermesi bakımından hayret uyandırıyor. Portal, 12 x 15 m. ebatlarında abidevî bir ölçüye varmıştır. Bu portal kompozisyonu, Karahanlılar'dan başlayarak, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Os manlı ve Timur devri mimarisinde esas olmuştur.

Karahanlılar'dan kalan diğer kervansaraylar, bunların çeşitli plân ve tiplerinin, sonraki devirlerde yapılan Türk kervansaraylarına etkilerini açıkça göstermektedir.

2. Keramik Sanatı

İslâmiyet sonrası Türk keramik sanatı, Karahanlılar'la, hatta onların İslâmiyetten önceki devri olan Karluklular ile başlar. Karluk keramiğinde, Uygurlardan gelen süsleme motiflerini görüyoruz. Karluk ve Karahanlı devirlerinde kırmızı ve beyaz hamur kullanılmış, sigrafitto, taraklama, noktalama gibi birçok teknik uygulanmıştır. Bu teknikler bazen bir arada kullanılıyordu. Bu keramiklerde dikkati çeken husus, figüratif konuların yerini, yavaş yavaş bitkisel ve geometrik motiflerin hakimiyetine bırakmasıdır.

Karahanlı keramiklerinde süslemeler, bir merkezden kaynaklanarak yayılır. Tabakların kenarlarında süsleme bordürlerinin yanında, kûfî yazı şeritleri de dikkati çekmektedir. Karahanlı keramiklerindeki bitkisel motifler ve bunların oluşturduğu düzenlemeler, Hıtaî (Hatayi) tarzı süslemelerin kaynağına işaret etmektedir.

3. Edebiyat


Uygur hanlığının vârisi sayılan Karahanlı devletinde edebiyat dili Uygur-Karluk ve Oğuz-Kıpçak dillerine dayanıyordu. Edebiyatın biçim, tür ve nitelikleri ise, büyük ölçüde Arap ve İran edebiyatlarından etkilendi. Bozkır kültüründen geçiş aşaması olan bu dönemin en önemli eserleri, Kaşgarlı Mahmut'un "Divan-ı Lügat-it Türk" ü ile Yusuf Has Hacip'in "Kutad gu Bilig" idir. Karahanlı dönemi Türk ağızlarının zengin bir sözlüğü olan Divan-ı Lügat-it Türk'de yazar, sözlükleri açıklarken dörtlüklerden oluşan hece vezniyle destan, ağıt, lirik şiir türünde örneklere, atasözlerine yer verir. Sergilediği anonim eserler arasında, tek şair olarak da, Çuçu'nun adını anar.

Kutad gu Bilig aruz vezniyle ve mesnevî, kaside gibi İslâm edebiyatının ortak özellikleri kullanılarak yazılmıştır. Devlet yönetimi, İslâm dini ilkelerine uygun biçimde iyi insan olma yollarını, ahlâk kurallarını konu edinir. Yer yer toplumsal hayatı, kurumları, folkloru ve inançları dile getirir.

Ahmet Yesevî'nin tasvvuf düşüncesiyle temellenen "Divan-ı Hikmet" i, bazıları aruz, bazıları da hece vezninde söylenmiş şiirlerden oluşur.

Karahanlı dönemi edebiyatından günümüze kadar kalan metinler, sözlü halk edebiyatından, İslâm dininin benimsenmesinden sonraki edebiyata geçiş döneminin ürünleridir. Bu eserler, din dışı konuları henüz işlenmeye başlamamıştır. Bunlar, genel nitelikleriyle didaktik, dini ve tasavvufî ürünlerdir.

Gazneliler

Gazneli sanatı (963-1186), İslâmiyet'ten sonraki Asya - Türk sanatının ikinci önemli dönemini oluşturur. Bu dönemin mimarisinde, taşın yaygın olarak kullanılışı ve taş süslemeler açısından, Anadolu Türk sanatı ile yoğun ilişkileri vardır. Gazneliler, konumları gereği, Hint kül türü ile İran arasında bir köprü vazifesini de görmüşlerdir.

1. Mimarî

a) Camiler

Gazneli mimarisi, ağaç direkli ve ahşap düz çatısı ile, Anadolu'daki ağaç direkli camileri hatırlatan "Arus-ül Felek" camisi ile başlatılır. Hindistan'dan getirilen ağaç direkler üzerine çatı ile örtülü, kırmızı altın ve lâcivert taşının da kullanıldığı çok zengin süslemeleriyle gözleri kamaştıran bir yapı idi.

Sultan III. Mesud'un yaptırdığı minare (1115) ile Sultan Behramşah'ın (1117-1149) inşa ettirdiği minarenin - uzun zaman çeşitli ve yanlış fikirler yol açan kulelerin minare olduğu anlaşılmıştır - camileri bugün mevcut değildir. Bu minareler, taştan bir kaide üzerine, yıldız biçiminde köşeli bir plân veren bir alt gövde üzerinde silindirik üst gövdeden oluşmaktaydı. Her iki minarede de, panolar halinde süslenmiş tuğla eserler olarak ele alınmıştır. Görüldüğü gibi Gazneli minareleri, alt gövdesinin şekli ile, Karahanlı minarelerinden ayrılmaktadır. Ancak, Karahanlı ve Büyük Selçuklu Minarelerindeki yukarıya doğru daralma burada, gövdeyi farklı kısımlara bölerek sağlanmıştır.

Gazneli döneminin en önemli camii, Afganistan'da bulunan "Leşker-i Bazar" sarayındaki camidir (XI.yy.'ın başı). Sur duvarına dayanan bu eser, mihrap duvarına paralel olarak, taşıyıcılarla ikiye bölünmüş sahına (nef) sahiptir. Mihrap önü, iki nef boyunca bir kubbe ile kapatılmıştır. Bu şekilde dışa açılma, eski Orta Asya mimarisinde karşımıza çıktığı gibi, Arapların "ordugâh tipi" camilerinde de görülür. Caminin plân şeması, "Şam Emeviye Camii" nin plân şemasının etkisiyle beraber, Anadolu'da (Artuklu devri camileri) ve Memlûk devrinde (Baybars Camii) Mısır'da etkili olmuştur.

b) Türbeler

Türbe mimarisi bakımından Gazneliler, Karahanlılar'ın yanında çok sönük kalır. Gazne' nin 2 km. doğusunda, Ravza'da, Sultan Mahmut türbesinin, sandal ağacından zengin süslemeli kapı kanatları, bugün Delhi müzesindedir. Yalnız, Aslan Cazip türbesi, gelişmiş bir mimari gösterir. 12,50 m.lik kare biçiminde ve tromplu kubbe ile örtülü türbe, tuğladan yapılmıştır. Duvarlar ve kubbe, tuğlaların zikzak ve merdiven biçiminde dizilmesi ile ayrıca renkli kalem işleriyle süslenmiştir.

Türbenin yanında aşağıdan yukarıya incelen 22 m. boyunda, silindirik bir minare vardır ve üst kısmı bugün yıkık haldedir.

c) Medreseler

Gazneliler zamanında medreseler de yapıldığı bilinirse de, bunlardan bir eser kalmamıştır. İtalyanlar tarafından yapılan araştırmalarda Gazne'de, Pir Falizvan mezarlığında bulunmuş kitabelerde, medrese adı geçmektedir. Fakat, bunlardan medrese mimarisi bakımından bir fikir edinmeye imkân yoktur.

d) Saraylar


Tarihçi Beyhakî'den, Sultan I. Mesud'un büyük bir mimari kabiliyete sahip olup, sarayının plânını kendisinin çizdiğini ve Abdülmelik adlı bir mimarın yardımı ile dört yılda tamamladığını (1036) öğreniyoruz.

XI. yy.'ın başından ve Sultan Mahmut zamanından kalan en eski saray, Hilmend nehri kıyısındaki Büyük Saray'dır. Önünde bir alay meydanı vardı. Burada, iki katlı, gösterişli şituk dekorlu nişlerle süslü bir cephe vardı. Bunlardan bir parça, Kâbil Müzesi deposundadır.

Büyük kısmı,tuğla temeller üzerine kerpiç, bazı önemli bölümleri tamamiyle tuğladan yapılmış olan saray, 164 x 92 m. ebatlarındaydı. Cephenin ortasındaki derin kapıdan, haçvari bir mekâna, buradan da sarayın dört eyvanlı avlusuna (63 x 45m.) giriliyordu. Böylece , Karahanlı saraylarında gördüğümüz, dört eyvanlı avlu şeması, Gazneliler'de daha gelişmiş olarak görülür.

Büyük Selçuklular

Vaktiyle Göktürkler'in temel unsurunu teşkil etmiş olan Oğuzlar'ın (Oğuzlar, Müslüman olunca Türkmen adını aldılar) Kınık oymağından Dokak oğlu Selçuk ve torunları tarafından, Horasan'da kurulmuş olan devlet, Sultan Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah devirlerinde, kısa zamanda bir imparatorluk haline gelmiştir. Sultan Tuğrul Bey, 1040'da Rey şehrini merkez yapmıştır. 1157'de Sultan Sencer'in ölümünden sonra, 1193'e kadar İran'da Irak Selçukluları hakim olmuş, Sultan III. Tuğrul'un ölümüne kadar devam etmiştir.

1. Mimarî

a) Camiler


Karahanlı ve Gazneli camileri tanınmadan önce, Türk cami mimarisi, İran'da Büyük Selçuklularla başlatılıyor ve bu yüzden mimari gelişmede birçok problemler aydınlatılamadığı gibi, sürekli değişen hipotezler ortaya atılıyordu. Bugün mihrap önü kubbesi ile bir mekân birliği gösteren camilerin, Karahanlı ve Gazneli mimarisinde ele alındığı son yıllardaki araştırma ve kazılarla anlaşılmıştır.

Selçuklular, İran'da Türk mimarisinde daha önce başlayan gelişmeleri toplayıp değerlendirerek, büyük ölçüde anıtsal bir cami mimarisi yaratmışlar, ondan sonra, bütün İran ve Orta Asya'da dört eyvanlı, avlulu ve mihrap önü kubbesi ile, onların cami tipleri hakim olmuştur.

İlk Selçuklu camii, en önemli kısımları Melikşah zamanında (1072-1092) yapılmış olan Isfahan Mescid-i Cuması'dır. Kitabelere göre, büyük mihrap kubbesi ile bunun tam karşısında avlu dışında kuzeydeki küçük kubbeli mekân, Melikşah zamanında, dört eyvanlı avlu ve revaklar da bütün ana hatlarıyla yine Selçuklular devrinde meydana gelmiştir. Bundan sonra cami, otuza yakın kitabe ile belirtilen uzun bir devrede çeşitli ilâve ve değişikliklerle genişletilmiş,XIX. ve XX. yy.'larda da tamirler geçirmiştir.

Bir defada, avlulu, mihrap önü kubbeli olarak gerçekleştirilen cami; "Zavvare Ulu Camii" (1135)' dir. Bu camiden sonra, bütün İran - Orta Asya'da bu plân şeması uygulanmaya başlanmış ve Selçuklular'dan sonra da devam etmiştir. Ancak bu şema, mihrabın her yandan görülmesini engellediğinden, çeşitli yerlere mihrap yapmak gerekmiştir. Eyvanların çok yüksek görünmemesi için revaklar iki katlı yapılmıştır. Ardistan'daki Mescid-î Cuma da (1160) bu grup tandır ve İran'daki Selçuklu camilerinin en göze çarpan eserlerindendir

İran'da, daha önce yapılan Selçuklu camileri, tuğladan, hafif sivri, tromplu kubbeleri ile küçük ölçüde, İsfahan'da Melikşah kubbesinin devam eden varyasyonları olarak görünürler. Bunlardan ilki olan Gülpayegân Camii (1108-1118), kare bir mekân üzerine, mukarnaslı tromplarla çok hafif sivrilen bir kubbeden ibarettir. Cami, XIX. yy.'da Kaçarlar zamanında dört eyvanlı hale getirilmiştir.

Selçuklu kubbelerinin daha İsfahan'da tamamen gelişmiş olan zengin iç yapılarına karşılık, dış görünüşleri her türlü süslemeden uzak, sık tuğla örgüsünden, kübik masif yüzeyler halindedir. Kübik blok üzerinde, sekizgen bir geçiş bölgesinden sonra hafifçe sivrilen kubbe silueti, sağlam bir ifade kuvveti ile Selçuklu kubbesini sembolize eder. Gaznelilerde daha önce ele alınan kubbe-eyvan birleşmesi, en başarılı şekli ile Selçuklularda geliştirilmiştir. Selçuklulardan önce, İslâmiyet devrinde ne doğu ne de batı İran'da kubbe ile eyvanın birleştiği bir tek örnek görülmemiş ve Selçuklular bunu yeniden bulmuşlardır.

Büyük Selçuklu camilerindeki minareler, genel olarak Karahanlı minarelerinin özelliklerini sürdürmektedir. Zaman zaman Gazneli formlarına yakın örnekler de görülür. Büyük Selçuklular İran'da, ince uzun silindirik gövdeli minareleri yeğlemişlerdir. Bunların en eski örneklerinden biri, Damgan Mescid-i Cuması'nın 1058 tarihli minaresi olup, düz silindirik gövde tuğlaların, değişik biçimde dizilmesiyle baklava ve geometrik motifler ve kûfî kabartmalı yazıt kuşağıyla süslenmiştir (Selçukluların ilk çini bezemeli minarelerindendir). Daha sonra yapılanlar, bu biçimi geliştirip zenginleştirmiştir.

b)Mezar anıtları, türbeler ve kümbetler


Büyük Selçuklular zamanında, camilerde olduğu gibi türbelerde de gelişme, Karahanlılara ve Gaznelilere bağlanmaktadır. İsfahan'ın güneyinde Albakûh'da, Kümbed-i Ali ve Damgan'da Cihil Duhteran (40 kız), 1056'da, Tuğrul Bey zamanında yapılmış iki kümbettir. Mukarnas kornişle nihayetlenen, dümdüz alçak sekizgen gövde üzerinde, bir kubbe ile örtülü olan Kümbed-i Ali, İran'daki tuğla kümbetlerin aksine, taştan bir yapıdır. Kubbenin üstünde, herhalde, sekizgen piramit bir külâh bulunuyordu.

Tuğladan silindirik gövde üzerine, konik külâhlı bir kümbet olan Cihil Duhteran, gövdenin üst kenarında, geniş kûfî kitabe kuşağı, bunun üstünde ve altında tuğladan, geometrik frizleriyle dikkati çeker.

Demavend'de bulunan bir kümbet (XI.yy.), düşey çizgilerinin belirginliği, içten kubbe, dıştan pramit çatılı oluşuyla diğerlerinden ayrılır. Dehistan'da, meşhed denilen mezarlıktaki küm betler (XII. yy. başları), yalın tuğla mimarilerine karşılık, değişik plânları ile dikkati çekerler. Silindirik ya da yukarıya doğru daralan sekizgen gövdeler yarım silindir ya da dik köşeli kulelerle bölünmüşlerdir. Cephelerde sivri kemerli, yüzeysel nişler vardır; önlerinde alçak bir eyvan biçiminde giriş mekânı bulunur.

Merv'deki ünlü Sultan Sencer Türbesi (1157), Selçuklu türbe mimarlığının şaheseridir. Kare plânı ile Karahanlı türbelerine dönüşü simgeler. Sekiz köşeli piramit çatıyla örtülü yapı, geometrik düzenli, ince tuğla örgüler arasına yerleştirilmiş firûze çinilerle bezenmiştir.

Selçuklu türbe mimarlığının gelişimini yansıtan bir başka yapı, Tus'da İmam Gazali'ye bağlanan türbedir(1111). Türbe, dışa taşkın giriş eyvanı, kare plânı, kubbeli ana mekânı ve arkaya doğru uzanan tonoz örtülü üç bölümden oluşan plânıyla dikkati çeker.

c) İran'da Selçuklu medreseleri

Şiîliğe karşı Sünnîliği geliştirmek ve devlet memurlarını yetiştirmek üzere, ilk devlet medreseleri, XI. yy. başlarında, Gazne'de kurulmuştur. Büyük Selçuklular zamanında bu öğretim müesseseleri, geniş bir devlet teşkilâtı haline getirilmiş, devlet memurları bu yatılı okullarda yetiştirilmiştir. Bunlardan birincisi, Nişabur'da kurularak ilk defa medrese adını almıştır.

Büyük Selçuklular'dan Hargird ve Rey'de, Melikşah zamanında yapılmış iki medrese kalmış, maalesef diğer bütün medreseler kaybolmuştur. Horasan'da Hargird Medresesi tam bir harabe olup,tonozu yıkılmış kıble eyvanından başka bir şey görünmez. Ayakta kalan kıble eyvanı 7.04 m. genişlikte olup, yan duvarları üçer sivri kemerlerle dışarıya açılmaktadır. İyi cins sarı tuğladan, yüksek kabartma çiçekli kûfî kitabesi, bitin İran'da en şahane yazı olup, şimdi Tahran Müzesi'nde bulunmaktadır. Harfleri, zeminden 8-10 cm. yükselen, 90 cm. genişliğindeki kitabenin üst yarısı rumî ve palmetlerden süsleme halindedir.

Godard'ın, 1937'de, Rey'de meydana çıkardığı ikinci dört eyvanlı medresenin zengin şituk süslemeli mihrabı, kıbleye tam uygun değildir. Birbirine eşit kuzey-güney eyvanları da, doğu ve batı eyvanlarından daha küçük olarak, genel kaideye aykırıdır. Creswell, bunun bir eve benzediğini ve öğrenci hücrelerinin de bulunmadığını ileri sürerse de, mihrabı çevreleyen kûfî kitabeler, ev fikrine uygun değildir.

d) Kervansaraylar

Karahanlı ve Gazneliler'in geliştirdikleri kervansaray mimarisini, Büyük Selçuklular kuvvetle ele alarak, anıtsal eserler meydana getirdiler. Damgan - Sümnan yolu üzerinde, Ehvan' da, Ribat Anuşirvan olarak tanınan kervansaray, kare plânda, kale gibi sağlam duvarlı, köşelerde ve yanlarda silindirik kulelerle takviyelidir. Dört eyvanlı ve payeler üzerine revaklı avlu etrafında uzun dikdörtgen biçiminde, yan yana simetrik odalar, köşelerden üçünde, dört eyvanla çevrili küçük kubbeler halinde daireler vardır. Bu daireler, Samerra'dan ve Abbasiler'den gelmedir.

Tuğrul Bey zamanına rastlayan Ribat Zafaranî , teknik bakımdan bazı gelişmelerle değişik bir plân gösterir. Kare biçiminde, köşeleri kuleli, ortasında dört eyvanlı avlu ile simetrik olarak tek tek sıralanmış odaları olan bir yapıdır ve girişin sağında cami vardır.

e) Saraylar

Selçukluların merkezi Merv, Sultan Sencer'in ölümüne kadar parlak bir imar faaliyeti görmüş, daha sonra Harizm'de, Ürgenç onun yerini almıştır. Merv'de kalan eserlerden Sultan Kale oldukça iyi durundadır. Dört kilometre kare bir alanı çeviren surlar 15 m. yükseklikte ve her 15 m.'de 4 m. çapında yarım silindirik bir kule ile takviyeli olup, ayrıca bir hendek ile korunmuştur. İçerisi duvarlarla bir ark ve şehristan olarak düzenlenmiştir. Saray ve kışlalar ark denilen bölümdedir. Eski meskûn şehrin ortasında bir havuz, büyük bir cuma camii ve Sultan Sencer'in türbesi yer alıyordu.

Selçuklular'ın XI. yy.'da Merv'deki sarayları 45 x 39 m. ölçüsünde 50 odalı, çok gösterişli bir yapı idi. Doğuda bulunan esas girişten dört eyvanlı ve 16 x 16 m.lik avluya geçiliyordu. Bunun yanında cephesi yarım sütunlarla dekorlu bir yapı içindeki dikdörtgen salon, belki sulta nın kütüphanesi olabilir.

Zengiler

Türk Sanatı Tarihi için önem arz eden Atabeklerden Zengiler (1127-1262), Suriye ve Irak çevresinde hüküm sürdüler.

Zengilerin mimarisi, Selçuklu mimarisinin formlarını Suriye-Irak bölgesine getirmiştir. Çok ayaklı cami şemasının etkili olduğu bir mimari anlayışı benimsemişlerdir. Bu devirden günümüze gelen camiler, diğer Atabekler, Eyyubî ve Memlûk devirlerinde değişikliğe uğramışlardır. Bu yapılar arasında en önemlileri Rak'a, Hama ve Halep Ulu Camileridir. Özellikle yuvarlak formlu Orta Asya kökenli Türk tipi minare, cami mimarisinde Türk unsurlarının da yer aldığını gösteriyor. Camilerde olduğu gibi, medreselerde de birçok mimari şema ve unsurlar da Türkler tarafından geliştirilmiş ve böylece bu bölgelerde yeni bir sentez oluşturulmuştur.

Zengi medreseleri, Orta Asya ve İran Türk-İslâm sanatında görülen eyvanlı avlulu şemaya sahip idiler.Medreselerin bir kısmı dört eyvanlı, bazıları ise daha az sayıda eyvana sahip idiler. Türbelerin de genellikle bir medrese eyvanında yer aldığını görüyoruz. Bu arada, Basra'daki 1136 tarihli Gümüştekin Medresesi, üzeri kubbe ile örtülü ve dört eyvanlı bir avluya sahip olması bakımından ayrıca önemlidir. Çünkü, Anadolu'daki kapalı avlulu medreseler, bu şemaya dayanmaktadır. Böylece, kapalı avlulu ve açık avlulu medreseler, ilk defa beraberce bu devirde ortaya ortaya çıkmış oluyor. Medreselerde mescitler daha çok, güney eyvanı yerinde bulunuyordu.

Memlûklular


Osmanlılardan önce Mısır'da sanat alanında en büyük varlık gösteren Türk devletidir. Memlûklular siyasi tarih literatüründe, genellikle Bahri (Türk) Memlûklular (1250-1517) ve Burcî (Çerkez) Memlûkluları (1382-1517)olmak üzere iki kısımda incelenirler. Biz burada, Türk Memlûkluları'ndan bahsedeceğiz.

Memlûk mimarisinde yeni etkilerin yanında, daha önceki Türk mimarî geleneklerine bağlı kalındığını görüyoruz. Mimari eserler genellikle külliye halinde ele alınmış, esas itibariyle taş malzeme kullanılmıştır. Dört eyvanlı avlulu plan şeması, yüksek kasnaklı kubbe tipi, düğümlü geçmeli renkli taş süslemeler gibi, Zengilerden gelen sanat ve mimarlık unsurları devam etmiştir. Yapıların dış görünüşlerinde, cephelerde, nal kemer ve çifte pencere gibi unsurlarda, Batı İslâm dünyasından gelen tesirler de görülmektedir. Memlûk mimarisinin en önemli özelliklerinden birisi de, yapıların büyük boyutlarda ve külliye olarak ele alınmaları sebebiyle, şehirciliğe büyük katkılarının olmasıdır.


Anadolu Selçukluları

Anadolu'da iki yüzyıla yakın bir süreci kapsayan ve Orta Asya kökenli Türk göçebe sanatının izlerini taşıyan Anadolu Türk sanatı, mimarlıktan bezemeye ve el sanatlarına kadar damgasını vurmuştur. Doğudan getirilen unsurlarla Anadolu'nun yerel gereçleri ve geleneksel teknikleri birleşerek, yeni bir bireşime ulaşılmaya çalışılmış; ancak, kesin bireşim Osmanlı sanatıyla gerçekleşmiştir.

XIII. yy.'dan başlayarak Anadolu mimarlığında söz sahibi olan Anadolu Selçukluları; cami, medrese, türbe, tekke-zaviye, kervansaray, han, hamam, köşk, saray ve köprü gibi değişik işlevlerde bir çok yapı üretmişlerdir. Bu yapıların çoğu devletin merkezi olan Konya ve çevresinde bulunmaktadır.

1. Mimarî

a) Camiler


XIII. yy.'ın Selçuklu camilerinin çoğunda, kimi küçük ayrılıklarla, örtü düzeni, çok ayağa oturan şema uygulanmıştır. Dönemin ilk önemli yapısı XII. yy.'ın ortalarından kalma Konya Alâaddin Camii, iki ana bölüme sahip bir eser olarak karşımıza çıkar. Doğu yöndeki çok ayaklı düz damın aksine, batı yöndeki yine düz çatılı olan kısma geçmeden önce, mihrap önü kubbesinin arkasında bulunan bir eyvan (veya eyvana benzer bölüm), ile İran-Türk mimarisi ilişkileri öne çıkar. Abanoz minber, çini mozaik süslemeli kubbe ve mihrap, caminin mimari açıdan en ilgi çeken bölümleridir.

1233 tarihli Niğde Alâaddin Camii, bütünüyle kesme taşın kullanıldığı mihrap duvarına paralel üç nef'den oluşur. Yapının merkezi kısmı, üzeri açık bir avlu niteliği taşır. Taçkapı ve mihrap, yıldızlar, geometrik geçmeler, rozetler, zincir ve örgü motifleriyle zengin bir biçimde bezenmiştir. Sekizgen kaide üzerinde yükselen kalın, silindirik gövdeli ve damalı minaresi, daha sonra ilk Osmanlı yapılarında da kullanılmıştır.

Kayseri'deki Huand Hatun Külliyesi (1235-1238), Anadolu Selçukluları'nın cami, medrese, kümbet ve hamamdan oluşan ilk yapı topluluğu olması açısından önemlidir. Bu külliyenin camisi, plân ve tasarım açısından Malatya Ulu Camii'ne benzer.

Anadolu Selçuklu camilerinde, örtü düzeni, ağaç direklere oturan camiler de önemli bir grup oluşturur. Anadolu dışı bir geleneği sürdüren bu yapılarda da ana şema fazla bir değişiklik göstermez. Bu tip yapıların en önemlileri, Konya Sahip Ata Camii (1258), Afyon Ulu Camii (1272), Sivrihisar Ulu Camii (XIII. yy. ortası), Ankara Arslanhane Camii (XIII. yy.), Bey- şehir Eşrefoğlu Camii (1299'da tamamlanmıştır) 'dir. Bu yapılar, zengin kalem işleri, çini mo- zaik süslemeleriyle dikkat çekerler.

b) Medreseler

Anadolu Selçuklu mimarlığının en özgün anıtları olarak nitelendirilen medreseler, iki ana şemaya göre gelişmişlerdir; kapalı avlulu ya da kubbeli medreseler ve açık avlulu medreseler. Orta avlunun büyük bir kubbeyle örtüldüğü birinci grup medreseler, hankâh, tekke, zaviye vb. dinsel yapılara örnek olmuştur. Bu grubun en eski tarihlilerinden biri olan Sincanlı Boyalı- köy Medresesi (1210), iki katlı, oldukça simetrik düzendeki dengeli mimarisiyle dikkati çeker.

1251 tarihli Konya Karatay Medresesi (mimarisinin yanısıra, zengin çini mozaik bezemeleriyle de bir baş eserdir), günümüze ancak bir bölümü ulaşabilen ve çifte minareli anıtsal taçkapısıyla dikkati çeken İnce Minareli Medrese (1260-1265), dengeli plânıyla bu iki yapıyı izleyen Çay Medrese (1278), iki renkli taştan taçkapısı, köşe kuleleri ve türbeleriyle farklı bir görünümü olan Kırşehir Caca Bey Medresesi (1272), bu gruba giren belli başlı medreselerdir.

Açık avlulu medreseler revakları, kat ve eyvan sayısına göre kimi farklılıklar gösterirler. Bu gruba giren en eski tarihli medrese Kayseri Çifte Medrese'dir(1250). Medrese ve şifahane olarak düzenlenen dört eyvanlı yapı, Anadolu Türk sanatının en eski hastahanesi olması bakımından da ayrı bir önem taşır. Dönemin diğer açık avlulu medreseleri arasında Huand Hatun Külliyesi'nin Medresesi, Akşehir Taş Medrese (1250), Kayseri Seracettin (1237), Avgunu (XIII . yy. ilk yarısı) ve Sahibiye (1268) medreseleri belirtilebilir.

XIII. yy.'ın ikinci yarısında, Moğol istilâsından sonra, daha değişik bir tasarımla karşılaşılmaktadır. Bu yapılar, taçkapı üzerindeki çifte minareleri, zengin bezemeleriyle dikkat çeker. Avlunun ana eksenleri üzerine eyvanlar yerleştirilmiş, girişin karşısındaki ana eyvan tüm iç mekâna hakim olacak biçimde tasarlanmıştır. Bu grubun en önemli iki örneği, Tokat ve Sivas'daki Gök Medrese görkemli ön cepheleri, uyumlu mimarileri, zengin çini ve taş mozaik süslemeleriyle Anadolu Selçuklu sanatının klâsikleri arasında yer alırlar.

c) Türbeler ve kümbetler

Bir külliyeye bağlı olarak tasarlanan ya da bağımsız olan türbe ve kümbetler, çoğunluk- la çok köşeli plânlı, taştan yapılardır. Bunlar genellikle İran'daki Büyük Selçuklu kümbetleri gibi içten kubbe, dıştan piramit ya da konik çatılardır. İran'dakilerden farklı olarak tabana doğru genişleyen bir kaide üzerinde yükselirler; kaideden , yuvarlak ya da çok köşeli gövdeye geçişte üçgen prizmalar kullanılır. Yalnızca silmelerle yetinilen ya da tümüyle bezemesiz örneklerin yanısıra, ince taş işlemeli olanlar da vardır. Bu dönemden günümüze ulaşan en eski tarihli örnek, Konya Alâaddin Camii'nin avlusundaki Kılıçarslan Kümbeti 'dir (XII. yy.).

Tercan'daki Mama Hatun Kümbeti ise (XIII. yy. başı) değişik mimarisi ile Anadolu'da benzeri bulunmayan bir örnektir. Daire biçimi bir duvarla çevrili türbenin silindirik gövdesi ve konik külahı, yuvarlak dilimlidir. Büyük Selçuklular'a özgü tuğla bezemeler, burada taşa uygulanmıştır.

XIII. yy.'da altta oturtmalık, üstte merdivenlerle çıkılan bir eyvandan meydana gelen me- zar yapıları da vardır; Seyitgazi Ümmühan Hatun Türbesi , Afyonkarahisar Boyalıköy Türbesi, Kastamonu Aşık Sultan Türbesi, Konya Gömeç Hatun Türbesi vd.

d) Hanlar ve kervansaraylar

Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklu kervansaraylarının ana şemasını sürdüren Anadolu kervansarayları, yazlık denilen açık avlulu, kışlık diye anılan kapalı avlulu ya da bu iki türü birleştiren büyük boyutlu yapılardır. Selçuklu sultanlarınca gerçekleştirilen ve sayıları dokuzu bulan sultanhanları Anadolu taş mimarisinin görkemli örnekleridir. Aksaray-Kayseri yolunda Alay Han (XII. yy.'ın ikinci yarısı), Konya-Aksaray arasındaki Sultan Han (1229), Antalya-İsparta yolundaki Evdir Han (1214-1218), Kayseri-Sivas arasındaki Sultan Han (1232-1236), Alanya yolundaki Alara Han (1232), Kayseri-Malatya arasındaki Karatay Han (1240-1241), Antalya-Alanya arasındaki Şarapsa Han (1236-1245) Konya-Akşehir arasındaki Horozlu Han (1246-1249), Akşehir-Çay yolundaki İshaklı Han (1249), Akşehir- Afyonkarahisar arasındaki Çay Han (1278-1279) Anadolu'daki yüzü aşkın kervansaraylardan birkaçıdır.

Bu kervansaraylar, kulelerle güçlendirilmiş sağlam duvarları, gösterişli taçkapıları, revaklı avluları, avlu ortasında yer alan köşk mescidleri, değişik işlevdeki mekânlarıyla, Anadolu Selçuklu mimarlığının gelişimini en iyi yansıtan yapılardır.

e) Saraylar ve köşkler

Anadolu Selçukluları'nın saray ve köşkleri, Anadolu dışı örnekler kadar görkemli olmasalar da, özellikle bezemeleriyle dikkat çekerler. Bu yapılarda da ana şema, dört eyvanlı avlu tasarımına dayanmaktadır. Genellikle tuğla ya da moloz taştan inşa edildiklerinden günümüze ulaşamayan bu yapılar, kazılarda ortaya çıkarılan buluntulara göre çiniler, alçı kabartmalar, duvar resimleri ve moziklerle süslüydü. Dönemin usta sanatçılarının ürünü olan bu bezemelerdeki, insan, hayvan ve kuş figürlerinin gerçekçi bir anlayışla ele alındığı görülür.

2. Süslemeler

Anadolu Selçukluları'nda özellikle taş, çini, yalancı mermer üzerine işlenmiş birbirini kesen sekizgenlerden, altıgenlerden, yıldızlardan doğan çeşitli geometrik motifler, dörtlü düğümler, gamalı haçlar, mukarnaslar, rozetler, madalyonlar, palmet, lotus, kıvrık dallar, rûmiler, hataîler, Kûfî ve nesih yazılar yaygın biçimde kullanılmıştır. Bunların yanısıra insan, melek ve hayvan figürleriyle sıkça karşılaşılmaktadır. Uygur Turfan resimlerini hatırlatan insan figürleri, yuvarlak yüzlü, çekik gözlü, küçük ağızlı, ince burunlu tiplerdir. Bir elinde mendil ya da kadeh tutan, bağdaş kurmuş biçimde oturan (Türk oturuşu) hükümdar motifine çinilerde, yalancı mermer kabartmalarda ve maden sanatında rastlanmaktadır.

Osmanlılar Dönemi Türk Sanatı

Oğuz boylarının Kayı boyuna mensup olan Türkler, 12299'da Söğüt'te Osmanlı devletini kurdular. Zamanla, çağının en kudretli imparatorluğu haline gelen bu siyasi teşekkül zamanında, Türk Sanatı da evrensel bir sanat olarak Dünya Sanat Tarihi'ndeki seçkin yerini aldı.

1. Mimarî


Osmanlı Mimarları, geçmiş devirlerdeki Türk mimari ekollerinden farklı olarak mimaride, sadeliği ve mimarinin kendisinden doğan güzelliği tercih ettiler. Yapıların üstünü örtme konusunda özellikle kubbeyi uyguladılar. Düğer örtü sistemleri ikinci plânda kaldı. Osmanlı mimarisinde son derece çeşitlilik arz eden mimari tipler, o zamana kadar ulaşan mimari form ve plân anlayışını geliştirerek, geleneksel mimarideki birçok sorunu başarı ile çözdüler.

Osmanlılar, Türk dünyasının her tarafından getirttikleri mimarlara yaptırdıkları binalarda bütünüyle Türk karakterini yaşatmışlardır. Selçuk ve beylikler devirlerinde yapılan binalarla ve özellikle Karaman Beyliği eserleriyle, Osmanlılar devrindekiler karşılaştırılacak olursa, bu gerçek daha açık bir biçimde ortaya çıkar.

Osmanlılar dönemi Türk mimarisinin zaman ve üslûp açısından geçirdiği safhalar, başlıca altı devre veya üslûba ayrılır:

a) Bursa Üslûbu veya Erken Devir (1335-1501)

Camiler:

İznik ve Bursa gibi şehirlerde yapılan binalardan, İstanbul'da Beyazıt Camii'nin inşasına kadar olan zamanı içine alır. Bu üslûptaki binalar, Türkistan ve Selçuk binalarını andıran ve Selçuklular'da devam eden şekillerdir. Kubbeler doğrudan doğruya köşe bingileri üzerine oturtulmuş ve sütun yerine ayaklar kullanılmıştır. Bu ilk devirde yapılmış binalarda, Küçük Asya'daki Türk anıtlarında uygulanan programın ve planın dikkate değer bir değişikliğe uğradığını görüyoruz. Çok kemer gözlü cami planı basitleştirilmiştir. Büyük alanları, yan yana getirilmiş küçük kubbelerle örtme imkanı veren haç şeklindeki plan genelleşmeye başlamıştır. Her türlü gereksiz motiflerden sıyrılan süsleme sanatının, daha zengin fakat, hem sade ve hem de açık hale geldiğini görüyoruz.

Medreseler:


İlk dönem Osmanlı mimarlığının önemli bir grubunu oluşturan medreselerin çoğu, günümüze ulaşmamıştır. Bu yapılarda, Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemlerinin kapalı medreseler planını sürdüren örnek çok azdır. Buna karşılık ortası revaklı açık avlulu, Güney'de dershane-mescit işlevinde kubbeli ana eyvan, yanlarda kubbeli odaların yer aldığı şema yaygın biçimde uygulanmıştır. Genellikle külliyeler içinde yer alan veya bağımsız örneklerin yanında, büyük camilerin avlu revakları ardına eklenmiş odalardan meydana gelen medreseler de vardır.

Türbeler:


XIV. yy.'da, kare veya çok köşeli plan yaygın olarak kullanılmış, konik külahın yerini kubbe almıştır. Kare planlı, dört sütun ya da ayağa oturan kubbeyle örtülü, yanları açık mezarlar da vardır. Selçuklularda mezar yapıları, dışa kapalı olmalarına karşılık, Osmanlılarda gövde ve kubbe kasnağındaki pencerelerle dışa açılmıştır. Yapıların bir bölümüne, revaklı bir giriş eklenmiştir. Taş bezeme, gövdeye ve iç duvarlara yayılmıştır.

Kervansaraylar ve Hanlar:

Anadolu Selçukluları'nın geliştirdiği kervansaray ve hanların yapımı, Osmanlı döneminde de sürdü. Bu yapılarda revakla çevrili kare ya da kareye yakın avlulu, birkaç sahınlı Selçuklu şeması uygulandı. Ancak, şehir hanlarında kapalı mekanlar, düzgün dörtgen planlarını yitirmiş, alana uydurulmuştur. Bu dönemde iki katlı hanlar da uygulanmıştır. Dönemin han mimarlığında kale görünümünden uzaklaşılmış, yalınlık egemen olmuştur. Osmanlıların Bursa'yı almalarından sonra han mimarisinde görülen gelişme, Edirne ve İstanbul hanlarıyla XIX. yy.'ın sonuna kadar sürmüştür.

b) Klasik Üslûp veya Yüksek Devir (1501-1703)

Camiler:

Üç Şerefeli veya Beyazıt Camisi'nin inşasından, Sultan III. Ahmet zamanına kadar ki devirdir. Yapılardaki plan daha geniş ve olgundur. Kubbeler kasnak üzerine oturtulmuş, mukarnaslı ve baklava dilimli sütunlar kullanılmıştır. Kubbeleri tutan kemerler, büyük sütunlara dayandırılmış ve oranlar güzelleştirilmiştir. Bu üslûbun en önemli özelliklerinden biri de, yarım kubbelerle yarım kubbelerle cami sahınına büyük bir genişlik verilmesidir. Minareler daha uyumlu bir şekil almış ve cümle kapıları Selçuklulardaki gibi, iki tarafı oyuk hücreli büyük taçkapılarla süslenmiştir.

Bu dönemin en büyük özelliklerinden bir diğeri, Mimar Sinan gibi büyük bir sanatçının, yaptığı binalarla Türk mimarisini, Dünya Sanatı Tarihi içindeki seçkin yerini aldırması olmuştur. Sinan, bütün mimarî unsurları rasyonel bir şekilde kullanırdı. Ona göre bir kemer, bir kubbe veya bir sütun, yalnız bir yapı elemanı olarak kalmamalı, aynı zamanda, teknik görevini gizleyecek bir süsleme unsuru da olmalıydı. Bu endişe, eserlerinin bütün kısımlarında görülür.

Büyük duvar ve pilpaye (filayağı) kitleleri, büyük bir kubbe çevresindeki yarım kubbeleri, teknik bir kombinezondan çok, bir süsleme düzeni izlenimi vermektedir. Sonsuz bir çeşitliliğe sahip kare, altıgen veya sekizgen planlarıyla, yaptığı binaların içine, şaşılacak bir genişlik ve ihtişamlı bir zenginlik vermesini bilirdi.

Planları, sade olduğu halde, dahice bir görünüşün ürünüdür; teknik zorunlulukla kusursuz bir şekilde kaynaşır. Tesadüfe yer vermeyen bütün yapı unsurları, harikulade bir şekilde birbirlerine bağlanır ve birbiriyle anlaşır. Merkezî kubbeye, gök kubbe gibi sınırsız bir enginlik verip, kubbe altında meydana gelen büyük alanı çevreleyen bir bütünlük oluştururdu. Onun eserlerinde, hiç bir duvar kitlesi, hiç bir pilpaye, ağırlığı ile gözü yormaz, her şey hafif görünür. Boş ve dolu kısımlar arasındaki oranların ahengini, harikulade bir şekilde tasarlar, en küçük bir oransızlığa tahammül edemezdi.

Mimar Sinan'ın ve dolayısıyla bu dönemin en önemli eserleri Şehzade Camii, Süleymaniye Camii ve dünyanın sayılı eserleri arasında yer alan Edirne Selimiye Camii'dir.

Medreseler: Özellikle büyük selatin külliyelerinin medreseleri, bu alanda yetkin örneklerdir. Bu dönemde de genellikle, Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemlerinde uygulanan klasik şemalara bağlı kalınmıştır; ancak, ana eyvan büyük kubbeli oda biçimindedir. Aynı avluyu paylaşan cami-medrese planı da yaygındır. Dönemin medrese mimarisi de Mimar Sinan'ın damgasını taşır.

Türbeler:

Türbe mimarisinde, bu dönemde de, kare veya çok köşeli, kubbeli planlar yaygındır. Kimi örneklerde yapıya revaklı bir giriş eklenmiştir. Ayrıca, yanları açık türbelere de rastlanmaktadır.

Kervansaraylar ve Hanlar:

Klasik Osmanlı mimarlığının ana özellikleri olan işlevsellik ve yalınlık, kervansaraylar ve hanlarda da göze çarpar; genellikle Selçuklu dönemi şemalarını sürdüren bu yapılarda, değişik sayıda sahınlardan oluşan dikdörtgen planlı kapalı mekan ve avlular, alana göre değişik biçimler almıştır. Ayrıca ticaret merkezlerinde, büyük şehirlerde, birkaç katlı, dış cephelerde dükkanların yer aldığı hanlar inşa edilmiştir. İki katlı, tek avlulu şehir hanlarına, İstanbul Büyük çorapçı Hanı Kurşunlu Han, Leblebici Han örnek olarak verilebilir.

c) Lâle Üslûbu veya Lâle Devri (1703-1730)


Devrin çiçek merakı, mimariye de etki etmiş, mimari şekiller ve hatlarda, çiçek ve bitki kıvrımları gibi eğri şekillere doğru gidilmiş ve klasik üslûbun ağırbaşlı şekillerinden uzaklaşılmıştır. Klasik dönemin son eseri olan Yeni Cami'den sonra, Osmanlı klasik mimarisi son bulur ve artık tekrarlanmaz. Cami yapımı da durur. Lâle Devri'nin kasırları, köşkleri, özellikle Kâğıthane Kasırları, Patrona Halil isyanıyla yakılıp yıkılmıştır. Bu bakımdan sivil mimariden örnek olarak bugüne pek bir şey kalmamıştır.

Bu dönemin en karakteristik yapıları, küçük kubbeli ve geniş saçaklı çatılarla örtülü, zengin cephe süslemeli, bazen dört köşeli, bazen de altı köşeli aynı zamanda sebil olan çeşmelerdir. Bunların en ünlüleri Sultan III.Ahmet Çeşmesi (1729), Azapkapı Çeşmesi(1733), Üsküdar Çeşmesi(1732) ve Tohane Çeşmesi (1732)'dir.

d) Barok Üslûbu (1730-1808)

Onsekizinci yüzyılın ilk yirmi beş yılında, Avrupa ile ilişkiler Fransa'dan getirilen eşya ve Anadolu'yu görmeye gelen sanatçılar, Türklerin zevklerinde büyük değişikliğe sebep oldu. O zamana kadar, Avrupa'daki Rönesans hareketinden uzak kalmış olan Türk sanatı bundan etkilenmeğe başladı. Binalarda ve sanat eşyalarında, birtakım Rönesans şekilleri ve motifleri görülmeğe başladı. Klasik şekillerden uzaklaşıldı; hem mukarnaslar ve Mimar Sinan okulunun alışılmış şekilleri, ham de Lâle motifleri terk edilerek sanata Barok bir üslûp hakim oldu. Fakat bu üslûp Batı barok'undan farklıydı. Türk sanatçıları bu üslûbu kendilerine göre yorumlamışlardı.

Bu üslûp, XIX. yy.'ın sonuna kadar devam etti. Osmanlı mimarisi karakterini değiştirdi. Avrupa'daki sanat hareketlerini izleyen Simon, Komianos Kör Yani gibi İtalyan, Yunan ve Ermeni mimarlar, klasik okulun eski ustalarının yerini almışlardı

e) Ampir Üslûp (1808-1874)

Fransa ve Almanya'daki Ampir üslûbundan oldukça farklı olan bu üslubun, Türklere has bir karakteri vardır ve Avrupa Ampir üslûbunda kullanılan stilize edilmiş hayvan figürleri Türk Ampir üslûbunda hiç bir zaman kullanılmamıştır.

Sultan II. Mahmut Türbesi, Cevrî Kalfa Okulu, Topkapı Sarayı'ndaki bir kaç pavyon hep bu üslûpla yapılmıştır. Fakat, Ortaköy Camii ile 1853 yılında Ermeni mimar Karabet Bal- yan tarafından yapılan Dolmabahçe Sarayı, Barok ve Ampir karışımım bir üslûpla inşa edilmiştir.

f) Yeni Klasik Üslûp (1874-1930)

1861 yılında padişah olan Sultan Abdülaziz zamanında, mimarlık sanatı tam bir çöküntü görünümünde idi. O zamanlar itibarda olan Rum ve Ermeni mimarları, acayip ve Türk sanatına tamamen yabancı bir takım binalar yapmaktaydılar. Her yerde hiç bir üslûbu olmayan, zevksiz ve kaba yapılar yükselmekteydi. Gotik ve Barok karışımı bir üslûpla, Korent tarzı sütunlarla camiler, acayip süs motifleri olan çeşmeler, Avrupa mimari eserlerinden koya edilmiş süs motifleri görülmekteydi. Kısacası, Yunan sanatından Hint sanatına kadar gelmiş geçmiş bütün üslûplar, bu eserlerde birbirine karışmıştı.1871 yılında İstanbul'da Aksaray'da yapılan Valide Camii, bu tarzda bir eserdir.

Bu karışık üslûpta eserlerden ve fanteziden gözleri rahatsız olan birkaç mimar, o güne kadar modası geçmiş sayılan o hayran olunacak eserlere döndüler. O devrin kültüründe kendini göstermeye başlayan milliyetçi hareket, mimari ile de birleşti. Mimarların düşüncesine göre, Türk sanatında bir rönesans yaratmak için, eski ustalar tarafından yapılmış olan eserleri örnek almak yeterdi. Yeni klasik üslûp, işte böyle doğmuş oldu.

Almanya'da mimari öğrenimini yapmış olan Mimar Kemalettin ile, Paris'de okumuş olan Mimar Vedat klasik devrin eserlerinden ilham alan binalar yaptılar.

Betonarme inşaat, düz yüzeyler kullanılmasını emrettiği halde, mimarlar hiç bir mimari zorunluluğa dayanmayan kemerlerle, kubbelerle,bina yapmaktaydılar.

Bu eserler modern millî bir üslûbun ifadesi olmaktan uzaktı. Aksine bu unsurlar, bir yapı zorunluluğu yüzünden değil de, daha çok eski abideleri taklit endişesi yüzünden kullanılmakla, rasyonel olmayan, karışık bir mimari meydana getirilmiş oldu.

2. Çini sanatı

Selçuklu çini sanatında önemli bir gelişme gösteren mozaik çini tekniği, Osmanlı dev- rinde etkisini kaybeder. Osmanlı sanatında, özellikle renkli sırların, motifi oluşturmak için kullanıldığı çok renkli sır tekniği, erken Osmanlı devrinde mükemmel örneklerini verir. Renkli sır tekniği, XVI. yy.'a kadar önemini korumuştur. Bu teknikte özellikle tatlı bir sarı ve yeşil ayırt edici renklerdir.

XVI. yy.'ın ortalarından itibaren Osmanlı çini sanatına, sır altı tekniği hakim olur. Şeffaf sırın altına uygulanan natüralist çiçekler ve hatayî grubu süslemelerin hakim olduğu görülür.Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri de, Anadolu'da minaî tekniğinde ilk denemeleri yapılan kırmızı rengin "kabarık mercan kırmızısı" olarak sır altına uygulanmasıdır. Firûze, koyu yeşil, mavi , lacivert, beyaz ve siyah gibi renklerin kullanıldığı bu muhteşem üslûp, XVI. yy.'ın sonlarından itibaren bozulmaya başlar. Kırmızı renk, zamanla kahverengiye dönüşür ve ortadan kalkar.

İznik'de yapılan çinilerin, çok iyi bir hamuru ve çok sağlam bir cilası vardı. Hemen bütün İstanbul camileri, renklerinin ve motiflerinin güzelliğiyle bu çinilerle süslenmişti. İznik atölyeleri XVII. yy.'a kadar çalıştı. Bu devirden sonra eski usüller tamamiyle unutuldu. Yapılan döşemeler fırında eğriliyor ve pişirme sırasında renkler şeffaflığını kaybediyordu.

Osmanlı Türkleri'nce kullanılan renkler ve sırlar incelenince, bunarın sevdikleri kırmızı renklerin, Asurlularda olduğu gibi bir demir oksit karışımı olmayıp, iyice dövülmüş silisin kırmızı bir toprakla karıştırılıp, pekmez ile ıslatılmasından elde edildiği anlaşılmıştır.

İlk Bursa çinileri ince bir kaolen tabakayla kaplıydı; çünkü, kullanılan toprak iyi çini yapmak için gerekli vasıflara sahipti. Sonradan bölmeli diyebileceğimiz çiniler yapıldı. Bu metoda göre, çini plaklar üstüne bir cila ile çizgi ya da işaretler çizilip, önceden pişiriliyordu. Pişirmeden sonra da, bilmeler renkle doldurulup tekrar pişirme işlemine tabi tutuluyordu.

Osmanlı devrinin en önemli çini atölyeleri İznik ve Kütahya'da bulunuyordu. Başlangıçtan XVI. yy.'ın ortalarına kadar İznik önemli bir merkez iken sonraları yerini Kütahya'ya bırakmıştır. Kütahya çinileri, açık ve koyu mavi, yeşil ve beyaz renkli, mukarnas şeklindeki çinilerdir.

3. Minyatür

Nakş adı verilen bu resimler bazen duvarları ve tavanları süslemekte de kullanılırdı. El yazmalarına ait resimler genellikle, ayrı bir kâğıt yapılıp kitabın boş sayfasına yapıştırılırdı. Doğrudan doğruya kitabın kâğıdı üstüne yapılmış olanları da vardır.

Son derece hassas ve melankolik olan Türk ressamları, güzeli batılı ressamlardan son derece farklı bir şekilde anlarlardı. Tabiatı en küçük ayrıntılarına kadar taklit etmekle beraber, şekilleri idealleştirirlerdi. Minyatürlerde gülen figürlere hemen hemen hiç rastlanmaz. Bir tablodaki kişiler, daha çok, bir hayal aleminde gibi görünür.

Osmanlı ressamları, Selçuklu ve İranlı ressamların kullandıkları tekniği devam ettirmişlerdi. Resim yapacakları kâğıdı, üstüne zamkı arabî içinde eritilip karıştırılmış beyaz üstübeç tabakası sürerek hazırlarlardı. Bazen, bu tabakanın üstünden ince altın bir yaldız tabakası geçirilir, boya da bu tabakanın üstüne sürülürdü Yaldız, renklere parlaklık ve saydamlık verirdi.

4. Tezhip

Kitapları süsleme, Osmanlılarda pek gelişmiş bir sanattı. Hattatlar tarafından yazılan el yazmaları, tezhipçilere (müzehhipler) verilir; bunlar her sayfayı yaldızlı çizgilerle çerçeveler, sayfa kenarlarını altın süs motifleriyle süslerlerdi. Bu çalışmanın, işçiliğin adı altınlamak anlamına gelen tezhip idi. Tezhipçiler, aynı zamanda birer minyatür ressamıydılar.

Tezhipler çoğu zaman, devrin üslûbuna göre yapılırdı. Bu tezhiplerde kullanılan süs motiflerine bakarak, Klasik devrin, Lâle Devri veya Barok Devri'nin eserleri kolayca ayırt edilir. Sanatın en yüksek noktasına vardığı Klasik Devirdeki tezhipler, devrin zevkine tamamıyla uygun bir şekilde yapılmıştır. Stilize edilmiş hayvan şekilleri, kıvrık dallar ve geometrik motifler, süslemenin özünü teşkil ediyordu.

Lâle Devri'nde tezhibin görünüşü de değişti. Soyut şekillerin yerini, çiçek motifleri aldı ve bu motifler daha az ağırbaşlı hale geldi. Bu değişiklik Sultan III. Ahmet devrinde (XVIII. yy. başı) daha belirli olarak görülür.

Bu dönemin ardından Barok Devri geldi ve süslemeye Batı motifleri hakim olmaya başladı. Böylelikle, tezhiplerde Rönesans motiflerinin ortaya çıktığını görüyoruz. Yapraklar dolama haline gelip, kabalaşıyor. Kenar suları, seri olarak tekrarlanan birbirine benzer motiflerden meydana geliyor.
 

Reklam
Reklam
Giriş yaparak üyelerin sahip olduğu birçok bilgiden yararlanabilir ve RestoraTÜRK FORUM'da bütün herşeyi özgürce konuşabilirsiniz...

Hoşça vakit geçirmeniz dileğiyle...




Copyright © 2002 - 2011 Designed by  
YASAL UYARI