SÖZE, YAZIYA DAİR
Doğuda irfan devri insanları, konuşmanın en güzeli, sessiz, harfsiz, kelimesiz konuşmadır, derlerdi. Meramını söylemek, hele başkasının meramını anlamak için, söze, sese, kelimeye, velhasıl, konuşmaya muhtaç olmamak... Bu, gerçekten büyük irfan olsa gerektir.
Bî-hurûf ü lâfz u savt ol pâdişah
Mustafâya söyledi bî-iştibâh
Mısralarının bir manası da budur. Allah peygamberiyle, harfsiz, kelimesiz ve sessiz konuşmuştur.
Bu demektir ki konuşmanın Tanrı'cası böyledir. meramını, hem de meramların en ilahisini, hiç söylemeden anlatmak...
Vaktiyle J.J.Rousseau, Dijon Akademisi'nin: "İlimlerin ve sanatların ihyâsı, ahlâkın düzelmesine yardım etmişmidir?" Sualine hiç çekinmeden verdiği "hayır!" cevabıyle meşhur olmuştu. Bu cevap, onun yep yeni bir insan olduğunu gösteriyordu: Tam bir inkarcıydı. İleri adamdı. Bugün aynı soruya aynı cevabı vereceklere gerici denebilir. Bunun sebebi; sözün doğruluğunu kaybetmesi değil, zamanımızdan 212 sene evvel söylenmesidir.
Tıpkı bunun gibi, sözün ve yazının icâdı da insanları mes'ûd etmiş sayılmaz. vaktiyle, Tanrı, "Ol" demiş, bütün varlıklar yaratılmıştı. İnsanlar için, bu ne ibret verici sözdü. Eğer insan da sözü hep lüzumlu ve güzel konuşmak için kullansaydı; Tanrı kelâmı gibi, hep yaratıcı hecelerle konuşsa; eski şairin:
Âlem okur kelâm ile
Sen okursun hece Tanrı
demesi gibi, böyle mes'ûd heceler içinde susup kalsaydı ve dünyamızı yalnız güzel sözlerle hatta söylenilmiyen sözlerle süsleseydi, şüphesiz, söz ayağa düşmez; konuşanı da dinleyeni de rezil etmezdi.
Dünyamızı bedbaht eden, sözün icadı değil, gevezeliğin icadıdır. Bu yüzdendir ki bizim, "söz gümüşse, sukût altındır" ata sözümüzde gümüşle altının maddeleri değil, âdetâ renkleri, güzellikleri ışıldar. Söze bu kadar telkâri bir incelik, bir altın ışıldayışı verenlerin, duygu ve düşünce âlemleri de ne kadar yüze olmak gerekir.
İnsanların, bazen, meramlarını sözle değil, gözle söyledikleri olur, Mevlana'nın: "En büyük sevgiler, söylenilmiyenlerdir" demesi gibi; büyük aşklarda böyle söylenir: Biri kadın, biri erkek, iki insanın bakışları birbirine değer. Elektirik cereyani geçmiş gibi, bu bakışlar, bir anda her ikisinin de içinde, sözle anlatılmayacak kadar, sıcak ürperişler uyandırır. Artık konuşmaya lüzum yoktur: Büyük bir aşk hem de en güzel bir lisanla anlatılmıştır.
Nice hatipler gördüm ki karşılarındaki halk, söylenen sözleri değil, söylenmiyen sözleri dinliyordur. Dinleyen, söyleyenden ârif gerek... sözünün en iyi uygulandığı yer, hele bizde, bu hitabet sahneleridir.
Haydi, konuşmayı bilmiyorsun, susmayı da mı bilmiyorsun? diyen adama hak verdiğim bir günde, bana, matbaanın icâdı, insanlığa faydalı olmuş mudur? diye sual sordular. Derhal Rousseau'yu hatırladım. O anda, okuduğum; okudukça saâdetlerin en büyüğünü duyduğum kitapları, mecmua ve gazeteleri düşünmüyordum. İnsanlar böyleydi. Saâdetleri çabuk, kötülükleri zor unuturlar. Düşünüyordum ki eğer kötü yayın yapmaya , muzır neşriyata, yıkıcı emelleri de yaymaya vasıta olmasaydı, matbanın icâdı büyük saâdet olacak ve öyle kalacaktı.Sonra bunun da tesellisini buldum. Dedim ki eski panteist'lerin düşündükleri gibi, nasıl "çirkinlik olmadan güzelliğin kadri bilinmez; kötülük olmazsa iyilik anlaşılmaz ve ölüm olmayınca yaşamanın değeri farkedilmezse" tıpkı bunun gibi, kötü sözler ve kötü yazılar olmasaydı, biz, onların iyi ve güzel olanları karşısında o kadar mes'ûd olmazdık.
ve Fikret'in bir mısra'ını hatırladım:
İnan, Halûk ezeli şifâdır aldanmak.
Sonra başka bir söz: Söyleyişlerin en güzeli susmaktır.