Tacettin Şimşek
2 Perdelik Komedi
Kadro
Başkan, Orhan, Metin, Arif, Anne, Ceren, Şair, Öğretmen, Ayhan, Bekir, Murat, Selim, Cezmi, Erkek Turist (Başkan), Bayan Turist (Ceren), Suzan (Ceren-Nine) 1.Esnaf (Anne), 2.Esnaf (Başkan), üç figüran (Ayhan, Bekir, Murat).
1. Perde
Dernek lokali. Sahnenin bir köşesinde başkanın masası. Önünde birbirine dönük iki sandalye. Ortada bir başka masa, üzerinde okey takımı, etrafında üç sandalye. Başkan, Orhan, Metin masada. Başkan cepheden, diğerleri yandan görünecek şekilde oturmakta.
Başkan, Orhan, Metin, Arif, Anne, Ceren (Nine), Şair, Bekir, Murat, Öğretmen, Ayhan, Selim, Cezmi.
Perde açılmadan/ışıklar yanmadan önce bağlama eşliğinde Faruk Nafiz Çamlıbel’in dörtlüğü okunur.
Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme gönlüm dilime.
Bağlama devam ederken perde yavaş yavaş açılır.
BAŞKAN- Sabahtan beri kareyi kuramadık yahu. Nerde kaldı bizimkiler?
ORHAN- Haklısın başkanım... Kim bilir yine nerede pinekliyorlar. Arkadaş, dernek kurduk, lokal açtık. Bir araya gelelim, faaliyet yapalım, Türkçeyi koruyalım, kurtaralım dedik. Dedik ama ne fayda! Kimsenin derneğe uğradığı yok ki!
METİN- Arada bir de okey, tavla, bezik, king, briç, satranç filân oynarız, dedik... Olmadı... (İskambil kâğıtlarıyla fal açmaya çalışır.) Olmuyor işte. Bak, yine açılmadı. Allah’ın cezası kâğıt. Sinek ikili gelse ya... Maça kızı geliyor. Seni davet eden mi var kızım? (Kâğıtları toplayıp yeniden dizer.)
BAŞKAN- (Kalkar, gezinir.) Böyle dernekçilik olmaz arkadaş? Bakın şu tabelâya: Turkish Koruma Derneği. Nasıl da mahzun duruyor. Onu üzmeye ne hakkımız var?
ORHAN- Haklısın başkanım.
BAŞKAN- (Orhan’ı azarlar.) Haklısın başkanım, haklısın başkanım. Yahu kaç kere söyledim sana. Yağcılık yapma diye
ORHAN- Ne yapayım sayın başkanım. Kanıma işlemiş. Siz... Koskoca Turkish Koruma Derneği Başkanı. Nasıl hitap edebilirim ki? Çarpılırım valla.
BAŞKAN- Tamam tamam, anladık. Hani yani bıraksalar, yağcılığın felsefesini yapacaksın. Kalk, çık şu sokağa, kimi bulursan tut getir. Kareyi tamamlayalım.
ORHAN- Baş üstüne sayın başkanım... (Çıkar.)
METİN- Anlamadım, başkanım. Şimdi Orhan biraderimiz gidip sokaktan rastgele adam mı getirecek? O rastgele adamla mı okey oynayacağız?
BAŞKAN- Evet, ne var bunda?
METİN- (Dudak büker.) Bilmem. Sen nasıl münasip görürsen.
ORHAN- (Girer.) Baktım, sayın başkanım. Yok, hiç kimse yok... Aslında hiç kimse yok değil. Var. İn var, cin var. Top oynuyorlar. Bir tarafta inler, bir tarafta cinler, maç yapıyorlar. Cinler 1-0 galip. Hakem de kim, biliyor musun?
BAŞKAN- Kim?
ORHAN- (Güler.) Pierluigi Collina.
METİN- İyi ya işte. Collina’yı getirseydin, birader!
ORHAN- Davet ettim ama gelmedi. Maç yeni başlamış. “Bitsin, düşünürüz.” dedi.
BAŞKAN- Kesin be! Cıvıttınız iyice! (İçeriye seslenir.) Arif, bize çay ver!
ARİF- (İçeriden) Peki, başkan. (Çay tepsisiyle girer, çay dağıtır.)
BAŞKAN- Arif! Yine yüzünden düşen bin parça. Hayrola?
ARİF- (Omuz silker.) Yok bir şey, başkan. (Dönüp yürür.)
BAŞKAN- Var var... (Metin’le Orhan’a) Canını sıkan bir şey bunun. Ama ne?
METİN- Söylemezse nerden bilelim, başkan.
ANNE- (Önde, arkasında Ceren girerler.) Ey günner. Ben başğani arirem.
BAŞKAN- Buyurun, benim.
ANNE- Hele şükür. Sabbah beri arirem arirem, anca buldum.
BAŞKAN- Neye arirsiz ki eze? Şey, pardon, ne için arıyordunuz ki teyze?
ANNE- Ambu ğızim sipiker olmah istiyir. Boy desen boy, huy desen huy. Hepisi tamam. Annir misen?
BAŞKAN- Annirem annirem. Ha, yani anlyorum. (Kendi masasına geçer. Önündeki sandalyeleri gösterir.) Buyurun.
ANNE- (Oturur. Ceren’e) Otur boyali ğuzum, otur. Sit davn piliz.
BAŞKAN- (Ceren’e) Adın ne senin?
CEREN- (Oturur. Annesine) Ne diyor?
ANNE- Vat iz yor neym diyir boyali ğuzum. Vat iz yor neym?
CEREN- (Anneye) Okey mam. (Başkana) May neym iz Ceren.
BAŞKAN- (Anneye) Hep böyle midir?
ANNE- He emisi, sabahlari beledir, sular seller gibi İngiliz lisani ğonuşur. Ahşamlari de Almanca, İtalyanca. E, az mi urğaştıh? Kolleje getsin, ünüverstede yabançi dil ohusun dedıh. Bele ey olmadi mi?
BAŞKAN- Ey oldi, ey oldi... Pardon, iyi oldu, iyi oldu da, ya Türkçe? Türkçeden ne haber?
ANNE- Oni de ğonuşur emisi, onda ne var ki!
BAŞKAN- Konuşsun bakalım.
ANNE- (Ceren’e) Spik Törkiş.
CEREN- Okey, mam. (Başkana, İngilizce aksanla) Ben çok seviyor spiker olmak. Eee, nasıl diyorlar, ben bayılıyor. Rüyamda görüyor. Televizyonda haber konuşuyor. “En doğru haber bizde” diyor.
BAŞKAN- Ooo, iyi iyi, maşallah, ana dili gibi Türkçe konuşuyor. Değil mi çocuklar?
ORHAN- Evet sayın başkanım... Çok iyi... Şahane, şahane...
METİN- Yerel televizyonlar az gelir buna. Ulusal kanallardan birine gitmeli. (Kâğıtları öfkeyle toplar.) Yahu başkan, niye açılmıyor bu fal?
BAŞKAN- Hay falın çıksın senin!
METİN- Ama başkan, niye kızıyorsun ki? Çıkmıyor işte. Çık-mı-yor.
BAŞKAN- Bir daha dene. Olmuyorsa Orhan’la tavla oyna. Tövbe tövbe.
METİN- Sahi ya, biz niye tavla oynamıyoruz ki?
ORHAN- Hay aklınla bin yaşa Başkanım. (Tavlayı açar.) Hadi bakalım, acemi.
BAŞKAN- (Anneye.) Peki, teyze, benden ne istiyorsunuz?
ANNE- Senin elin, ğolun, ayağın uzundur, emisi. Dernek başğanisin ya! Senin lâfıın iki etmezler. Ganal 99’a bir telefon et, ğızımi sipiker etsinner.
BAŞKAN- Hııı, Kanal 99’a spiker... E, olur. Ama bunun için derneğe bir miktar bağış yapmanız lâzım.
ANNE- Sen he de! Gerisi ğolay, emisi! Derhal çeki yaziram. Dolar mi istirsiiz, Avro mi?
BAŞKAN- (Şaşkın) Siz hangisini uygun görürseniz.
ANNE- (Çantadan çek defterini çıkarır.) Ahan buriya yazirem. Hamiline on bin dolar. (Koparıp uzatır.)
BAŞKAN- (Çeki alır. Gözleri faltaşı gibi açılır. Orhan’la Metin’e gösterir.) Bu ne? Burda kaç tane sıfır var, çocuklar? Bakın hele!
BİRLİKTE- 4 tane.
BAŞKAN- İyi iyi. Ben de 4 tane gördüm zaten. (Döner. Anneye) İngilizce, Türkçe iyi de, bakalım fizik, kimya, beden eğitimi nasıl? (Ceren’e) Şöyle bir yürü bakalım!
CEREN- (Anneye) Ne diyor?
ANNE- (Manken gibi yürür.) Embele yeri diyir boyali ğuzum. Embele yeri.
CEREN- Okey mam (Manken gibi yürür.) Oluyor?
BAŞKAN- Oluyor, oluyor... Güzel. (Cep telefonunu çıkarıp tuşlar. Kalkıp gezinerek konuşur.) Alo, Kaya Bey! Elimde senin kanal için çok iyi bir spiker var. Hemen gönderiyorum. Tam aradığın gibi. Aslında yeri ulusal kanallar ama ben senin televizyonu uygun gördüm... Tabiî canım. Ama böylesi çok zor bulunur, emin ol... Sorma! Fevkalâde... Üç dili ana dili gibi konuşuyor... İngilizce, İtalyanca, Almanca... Türkçe mi? Onu da... Elbette canım, ana dili gibi... Konuşuyor tabiî. Yalnız küçük bir fark var... Öz ana dili gibi değil de, üvey ana dili gibi konuşuyor... Haklısın. O kadar kusur Gülgûn Feyman’da bile olur. Sen şimdi buna akşam haberlerini okut, reytingin tavan yapsın. Anlaştık mı? Hadi öptüm, baaay!
ANNE- Sağ olasın, emisi. Size ey günner. Hoşça kalın. (Ceren’in elini tutar.) Gidelim, boyali ğuzum. Lets go! (Yürür.)
CEREN- Okey mam. (Başkana) Baaay! (Peşinden yürür. Çıkarlar.)
ŞAİR- (Girer. Elinde bond çanda, takım elbiseli, kravatlı, yaka cebinde mendil vardır.) Özel insanlar, güzel insanlar. Gününüz, geceniz hayır olsun! Dört yanınız çayır olsun.
(Başkan, Orhan ve Metin ayağa kalkarlar.)
BAŞKAN- Ooo, mahallemizin şairi, Süslü Sedat. Hoş geldin.
METİN- Hoş geldin üstat! Şeref verdin.
ŞAİR- Hoş bulduk. Şeref bulduk, cancağızım. Memnun olduk ayrıca.
ORHAN- (Yer gösterir.) Buyur üstat. Hoş geldin. Şöyle geç.
ŞAİR- Estağfurullah. Teveccühünüz. Oturalım bakalım. (Cebinden mendil çıkarıp sandalyeyi siler ve oturur.)
(Orhan gidip bir sandalye getirir. Şairle başkanın arasına koyup oturur.)
BAŞKAN- Ee, nasılsın şair?
ŞAİR- (Yumruğunu sıkıp havaya kaldırır.) Daima iyi, daima iyi...
BAŞKAN- Nerelerdesin kaç gündür?
ŞAİR- Şurda burda, şehirde kırda, evde çadırda, dünyada kabirde...
BAŞKAN- Aman Allah korusun, şair. Ev, çadır neyse de, kabir için daha erken... Sen bize lâzımsın.
ŞAİR- Haklı olabilirsiniz, dost! Dünya var, kabir var. Ne var ki daha yazılacak bir sürü de şiir var. (Çantasını açar.)
BAŞKAN- Hay ağzına sağlık. Değil mi ya?
METİN- Evet üstat! Çantanda neler var bugün?
ŞAİR- Her zamanki gibi, güzel kardeşim. Şiir, yine şiir, yine şiir, hep şiir...
ORHAN- Ee artık, bir iki şiir okursun bize, ha!
ŞAİR- Okuyalım bittabi. (Çantayı açar.) Noksanlık olmasın kafamızın tahtasında / Bakalım neler varmış şairin çantasında. (Bir tomar kâğıdı masanın üzerine koyar. Çantayı Orhan’a uzatır.) Tutar mısın ciğerimin nikotinsiz köşesi / Paslanmasın gönül kapının menteşesi.
ORHAN- Amin üstat, amin. Ne güzel de söyledin. Sen zaten hep güzel söylersin. Allah ne muradın varsa versin. (Yerinde zıplar.) Vay be! Kafiyeli konuştum. Ben de mi şair oluyorum ne?
METİN- Sakin ol, Orhan. Üstada ayıp oluyor.
ORHAN- Pardon, pardon. Çok özür dilerim üstat.
ŞAİR- Rica ederim, cancağızım, rahat olunuz. (Kâğıtlar arasında birini seçer.) Okuyacağım ilk şiir, memleketimin hâli üzerinedir. (Ayağa kalkıp nutuk çeker gibi okur.) Ey ahali, ahalî / Ne olacak bu memleketin hâli? / Bastım da kırıldı ayvanın dali / Var mı bizde süper güç olma ihtimali? / Olamazsak kimin boynuna bunun vebâli / Yurdumun insanları artık uyanmalı... (Oturur.) Böyle gidiyor işte. Tam 128 kıta... Ama bu kadar yeter şimdilik.
BAŞKAN- Vaay, bayağı sosyal içerikli bir şiir olmuş...
ŞAİR- E, tabiî ya. Nedir öyle hep aşk, hep aşk. Bu ülkede açlık, yoksulluk diz boyu. İşlemek lâzım bu konuyu...
METİN- Üstat be, biz yine de bir aşk şiiri rica etsek senden. Ha, ne dersin?
ŞAİR- (Kalkar. Nutuk çeker gibi) Aşktan bahsetmek kolay değil ama / Aşk deyince tuz basarım yarama / Bende artık sevinç neşe arama / İsterim ki girmesin hiç kimse yârimle arama / Haciz koydular bankadaki parama / Tarama yar tarama / Yâr zülüfün tarama / Tuzlu su doldurdu felek benim matarama...
ORHAN- (Ağlamaya başlar.) Ne derin aşk be! (Şaire) Üstat, bu şiiri geçici olarak alabilir miyim? İade etmek şartıyla...
ŞAİR- (Uzatır.) Elbette cancağızım. O kadar beğendiysen...
ORHAN- (Kalkar, önünde birkaç kere eğilir.) Çok teşekkür ederim üstat, çok teşekkür ederim. Allah ne muradın varsa versin.
ŞAİR- Rica ederim cancağızım. Ne önemi var?
METİN- Ağzına sağlık üstat. Çok etkilendim.
BAŞKAN- Al benden de o kadar. Şair be, senin sesin ciğerden kopup geliyor gibi.
ŞAİR- Şiir bu, başkan. İşkembeden gelecek değil ya!
BAŞKAN- Şiir deyince akan sular durur. Yalnız insan bazen efkâr dağıtmak istiyor. Ne dersin? Bir okey çevirelim mi? Allah seni inandırsın, sabahtan beri kareyi tamamlayalım diye bekliyoruz.
ŞAİR- (Masanın üzerindeki kâğıtları toplar. Metin’e) Çantamı rica edeyim, güzel insan. (Çantayı alıp kâğıtları içine doldurur.) Bana müsaade, dostlar! Sizler buyurun oturun. Karenizi bir başkasıyla kurun. Oyunla moyunla kaybedecek zamanım yok. Benim o tür işlere karnım tok. Şu sıralar uzun şiirler yazmaya alışıyorum. Hortumnâme diye bir destan üzerine çalışıyorum.
ORHAN- (Saatine bakar.) Sayın başkanım, bana izin var mı? Şair abimiz böyle aşk şiiri okuyunca, birden hatırladım. Çok önemli bir randevum vardı benim.
BAŞKAN- Hadi git bakalım. Nasılsa bugün kareyi kuramadık.
ORHAN- Sağ ol başkanım. Allah seni başımızdan eksik etmesin. Allah ne muradın varsa versin... (Koşarak çıkar.)
(Bekir’le Murat nefes nefese girerler.)
BAŞKAN- Hah, işte bizim ekip geldi. Yapışık ikizler. Bekir’le Murat... (Bekir ve Murat’a) Kareyi kim tamamlıyor çocuklar?
BEKİR- Bana bakmayın. İşim var.
BAŞKAN- Ya sen Murat?
MURAT- Ben de yokum, başkan. İşim var. Daha doğrusu birlikte işimiz var. Acil bir iş.
METİN- Allah Allah... Neymiş bu acil iş?
BEKİR- İş değil aslında, daha çok sanatsal bir etkinlik...
BAŞKAN- Sanatsal bir etkinlik ha. Vallahi bravo!
BEKİR- Yaaa!
MURAT- Ne dersin başkan? Hemen şurda bir prova yapalım mı?
BAŞKAN- Yahu biz burda kareyi tamamlayalım diye çırpınıyoruz. Adamlara bak! Prova yapacaklarmış. Ne provasıymış bu?
MURAT- Yıl başında bir piyesimiz var ya, başkan! “Türkçem Eyvah” diye. Onun provası...
BAŞKAN- Tamam ama şimdi sırası değil, sonra yapın provanızı. Önce biriniz şu kareyi tamamlasın...
BEKİR- Küçük bir prova, başkan. Havaya girelim.
MURAT- Hadi başkan... Çok önemli, biliyorsun... Derneğimizin faaliyetleri arasında bu da var. Aksatamayız. İhmal edemeyiz.
BEKİR- Elbette. Bak üstelik şair de burada.
MURAT- Evet ya! Üstat be! Bir de şu bizim oyunla ilgili bir şiir yazsan!
ŞAİR- Yazalım elbette. Hatta şimdi doğaçlama söyleyelim: Türkçem, eyvah, Türkçem, eyvah! / Türkçemize yabancılar saldırıyor vah vah! / Korumazsak savunmazsak bu dile yazık günah / Akıl, fikir, insaf versin bize Allah...
BEKİR- Eyvallah üstat. Ağzına sağlık. (Başkana) Ne diyorsun başkan? Başlayalım mı?
BAŞKAN- (Ne yapalım der gibi) Peki peki, anladık. Hadi yapın bakalım provanızı. (Masasına geçer.)
BEKİR- (Kürsüyü sahnenin sol köşesine taşır. Kürsüde konuşma yapmak üzere yerini alır. Kasılır.) Sayın başkan, değerli parlamenterler!
MURAT- (Sandalyeyi karşısına çekip oturur. Seyirciye) Milletvekilleri demek istiyor.
BEKİR- Bakınız! Avrupa Birliği Parlamentosu kararları var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatları var. Ayrıca Kopenhag Kriterleri ne diyor? Yüro, Dolar paritesi hakkında ne biliyorsunuz? Efektif olarak soruyorum... Problemlere global çözümler üretelim artık.
MURAT- Sayın parlamenter! Bütün bunlar protokolde var. AyEmEf tarafından dikte edilmiş.
BEKİR- Öyleyse Moody’s Kredi Kuruluşu Türkiye’nin notunu niçin düşürüyor efendim?
MURAT- Sayın Parlamenter! Onu bize değil, protokolü paraf edenlere sorun...
BEKİR- Her neyse efendim, her neyse. Bugünkü dünya konjonktüründe başka türlü davranmanız mümkün değil zaten. Ama biz konsensus arıyoruz, her şeye rağmen.
MURAT- Biz ne arıyoruz peki? Biz de konsensus arıyoruz...
NİNE- (Girer, elinde bir baston, sahnenin bir ucundan değerine doğru yürür, aranır.) Herkes bir şey arıyor. “Arayan bulur:” demişler. Mevlâsını da, belâsını da. Ben ne arıyorum peki? Ben de keçimi arıyorum. Şöyle kara bir keçi. Bir boynuzu da kırık. Allah’ın cezası. Üç gündür kayıp. Yok yok! Çoban söylemiyor ama ben biliyorum, kurt kaptı benim keçiyi, kurt. Ah kara keçim, vah kara keçim. Nerelerdesin? (Çıkar.)
(Bekir ve Murat kürsü ile sandalyeyi dışarı çıkarıp dönerler Murat başına eşarp takar. Bağdaş kurup oturur. Bekir karşısına geçer.)
BAŞKAN- Vaay, zenne tipi, ha! Ortaoyunu mu bu? Bayan oyuncu bulamadınız mı arslanım?
BEKİR- Bir dakika başkan. Konsantrasyonumuzu bozma. Aslında bu rolü Mehtap oynayacak. O gelinceye kadar biz bir prova alalım.
MURAT- Yahu Bekir, kırk kere söyledim sana. Prova alalım değil, prova yapalım... Sahne alalım değil, sahneye çıkalım...
BEKİR- Tamam tamam, sen benim Türkçeme dil uzatacağına, eşarbını düzelt, anneciğim.
MURAT- Dalga geçme. Oynamam. Ben nöbetçi anneyim. Mehtap gelinceye kadar... Hadi uzatma, başla.
BEKİR- Peki başlıyorum.
MURAT- Bir dakika! Bekle! (Yere bağdaş kurar.) Böyle mi oturacaktım? (Ellerini dizlerinin üzerinde tutar.) Böyle mi olacak?
BEKİR- Hah, tamam. Yahu sen bu zenne rolüne bayağı ısındın ha! Ne dersin? Mehtap’a başka rol bulsak da bu sahneye seninle mi devam etsek?
MURAT- (Kızar.) Bak, damarıma basma, kalkar giderim ha!
BEKİR- Tamam tamam kızma. Başlıyorum. (Çocukça yalvarma taklidi) Anne yaa! İki saat, n’olur? İnternet kafeye uğrasam. Azıcık çet, biraz da sörf yapsam. E-mailime baksam. Mortıl Kombat, Tomb Raydır, Metriks, Vorbileyd, Half Layf oynasam. Bir parça da hekırlık yapsam. N’olur?
MURAT- (Bağdaş kurmuş, elleri dizlerinin üzerinde) Hayır dedim ya çocuğum! Derhal odana git! Görüyorsun, yoga yapıyorum. Trans hâlindeyim. Konsantrasyonumu bozma benim.
KARAMANOĞLU M.BEYİN TORUNU- (Fondan) Karamanoğlu Mehmet Bey’in torunu olarak buyruğumdur: Şimden gerü evde, mecliste, yurtta, kantinde, sınıfta, sokakta Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır. Böyle biline!
(Murat ve Bekir çıkarlar.)
ÖĞRETMEN- (Girer, başkana) Affedersiniz, buranın sorumlusu kim?
BAŞKAN- Buyurun, benim.
ÖĞRETMEN- Geçerken derneğinizin tabelâsı dikkatimi çekti. Turkish Koruma Derneği. Doğru mu? Gerçekten derneğinizin adı bu mu?
BAŞKAN- Evet hanımefendi, bir sakıncası mı var?
ÖĞRETMEN- Var tabiî. Niçin Türkçe değil de Turkish? Merak ettim.
BAŞKAN- Daha global oluyor hanımefendi.
ÖĞRETMEN- Turkish... İngilizce... Daha global...
ÖĞRETMEN- (Şaşkın) İlginç. Çok ilginç. Türkçeyi Koruma Derneği, ama adını İngilizce telâffuz ediyor
BAŞKAN- Pardon, hanımefendi. Bu konu sizi niye bu kadar ilgilendiriyor? Ne iş yapıyorsunuz?
ÖĞRETMEN- Öğretmenim ben. Türkçe öğretmeni.
BAŞKAN- Yaa... Demek Türkçe öğretmenisiniz. Peki hoca hanım, derneğimize bir itirazınız mı var?
ÖĞRETMEN- Evet beyefendi. İtirazım var.
METİN- (Oturduğu yerden Müslüm Gürses taklidi yapar.) İtirazım var, böyle kadere, itirazım var bütün dertlere, itirazııım vaaar.
BAŞKAN- Ayıp oğlum. Bir bayan karşısında ne biçim konuşuyorsun?
METİN- Konuşmuyorum ki, sayın başkan, şarkı söylüyorum.
ÖĞRETMEN- Lütfen beyler. Şaklabanlığın lüzumu yok. Biraz ciddî olun.
BAŞKAN- Bir dakika hoca hanım, bir dakika, hakaret ediyorsunuz, farkında mısınız?
ÖĞRETMEN- Nasıl anlıyorsanız, öyle.
BAŞKAN- Ayıp oluyor ama...
ÖĞRETMEN- Ayıp mayıp. Adına her ne diyorsanız. Ben sizi uyarmak istedim. Önce adınızı değiştirin lütfen.
BAŞKAN- Olmadı, hoca. Savunmada kaldık, nezaket olsun diye. Ama böyle olmaz ki! Hem siz Türk Hava Yolları’nı gördünüz mü? Onları da ikaz ettiniz mi? Hani onlar da uçakların kaburgasına Turkish Airlines yazıyorlar ya!
ÖĞRETMEN- Gerekirse onları da ikaz ederim. Bu Türkçe bizim. Sahip çıkmak hepimizin görevi. (Çıkışa yürür.)
BAŞKAN- Peki, öyle olsun bakalım. Güle güle.
METİN- (Kalkıp gelir.) Başkanım, bir çay ısmarlasaydık. Ayıp oldu vallahi.
BAŞKAN- Vallahi haklısın Metinciğim. (Öğretmenin ardından) Bir dakika hoca hanım. Bir çay alsaydınız.
ÖĞRETMEN- (Döner.) Hayır, beyefendi. Ben çay (vurgulu) içmiyorum.
BAŞKAN- Kahve, neskahve filân alsaydınız.
ÖĞRETMEN- Hayır efendim, ben kahve de içmiyorum, neskafe de (vurgulu) içmiyorum.
BAŞKAN- Aman içmeyin hoca hanım. Amma da kaprislisiniz yani!
ÖĞRETMEN- Kaprisli mi? Bana, ha! Sizi dava ederim. Mahkemelerde süründürürüm. Görürsünüz. (Öfkeyle çıkar.)
METİN- Başkanım, bana müsaade. (Çıkışa yürür.)
BAŞKAN- Hadi sen de git. Asabım bozuldu zaten. (Makam koltuğuna yığılır. Kendi kendine) Bu nasıl iş yahu? Karizma, otorite, yerle bir. Bu işte bir yanlışlık var ama ne?
ARİF- (Girer, boşları toplar.) Sayın başkan. İzin verir misiniz? Bazı eleştirilerim olacak.
BAŞKAN- Yaa! Ne eleştirisiymiş bu?
ARİF- Bir. Az önceki öğretmen hanıma ayıp ettiniz.
BAŞKAN- Deme yahu? Ne yapmışız ki?
ARİF- Medenî bir şekilde sizi uyardı, ama siz kaba davrandınız.
BAŞKAN- Yaaa!
ARİF- Evet ya! Ayrıca bu dernek, tüzüğünü unutmuş. Karetta Karettaları Koruma Derneği kadar bile olamadınız. Kaplumbağalar için gecesini gündüzüne katıyor adamlar. Sahillerde çadır kurup sabahlıyor. Siz ne yapıyorsunuz peki? Ben hiçbir faaliyet göremiyorum.
BAŞKAN- Demek hiçbir faaliyet göremiyorsun.
ARİF- Yanlış mı? Sabahtan akşama kadar şu lokalde zaman öldürüyoruz. Çay, kahve, meşrubat, okey, bezik, tavla... Ee, hani Türkçe? Hani Türkçeyi koruma?
BAŞKAN- Vay Arif! Başkaldırı ha! Doğru söyle! Sen dış mihrakların içimize soktuğu bir ajan mısın? Ajan provokatör müsün yoksa?
ARİF- Hakaret etmeyin lütfen. Siz bu derneği kurduğunuzda çok umutlanmıştım. Ne yazık ki hayal kırıklığına uğradım.
BAŞKAN- Nedenmiş o?
ARİF- (Cebinden kâğıt kalem çıkarır. Yer yer kâğıda bakarak konuşur.) Çünkü tüzükte belirttiğiniz hiçbir şeyi yapmadınız. Bakın çevrenize. İnsan buranın Türkiye olduğundan kuşkuya düşüyor. İngilizce, İngilizce diyorduk. İngilizce kesmiyor artık. Giyimde, mobilyada İtalyanca markalar uyduruluyor... Diyelim ki Versace... İtalyan markası... Versace kelimesinde “vermek” var ya! Bizimki hemen bu kelimeyi alıyor, başlıyor marka üretmeye: Gelsace, Gitsace, Atsace, Tutsace... Sace oğlu sace...
BAŞKAN- (Alaycı) Vay canına! Durum vahim desene...
ARİF- (Ciddî) Vahimden de öte... Mobilyacılar sitesine yolunuz düştü mü hiç? Oturelli, Yatallo... Bir sürü uyduruk İtalyan markası. Hiçbirinin anlamı yok.
BAŞKAN- Yaa! Demek hiçbirinin anlamı yok ha!
ARİF- Öyle çarpıcı hazır giyim markaları var ki... Benzoni, Torpedo, Zingaro... Alın bir İtalyanca-Türkçe sözlük, bakın. Hepsi uydurma. Züppelik yani.
BAŞKAN- Tamam, hepsini anladık da, bizden ne istiyorsun kardeşim?
ARİF- Tüzüğünüzde yazılı amaçları gerçekleştirin yeter.
BAŞKAN- Yaa! Ne yazıyormuş tüzüğümüzde?
ARİF- Okuyayım mı?
BAŞKAN- Oku bakalım.
ARİF- (Cebinden çıkardığı bir kâğıttan okur.) 1. Yerel basını ve televizyon kanallarını izleyerek olası Türkçe yanlışlarına dikkati çekmek, 2. Her yılın sonunda Türkçeyi en güzel kullanan köşe yazarlarıyla televizyon sunucularına Türkçeye hizmet ödülü vermek, 3. Yazılı ve görüntülü iletişim araçlarında Türkçeyi kötü kullananları tespit edip siyah kurdele ile cezalandırmak, 4. Türkçe bilincini geliştirmek üzere bülten çıkarmak, 5. Bir tiyatro grubu oluşturmak ve Türkçe sevgisini pekiştiren oyunlar sahnelemek, 5. Türkçeye hizmet eden Ali Şir Nevayî, Kaşgarlı Mahmud, Yunus Emre, Âşık Paşa, Karacaoğlan, Şemsettin Sami, Yahya Kemal, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi tarihî ve edebî şahsiyetleri anma programları hazırlamak, 7. Şehrin bütün caddelerindeki iş yeri adlarını tespit etmek ve Türkçe olmayan isimler konusunda ilgilileri uyarmak... Soruyorum bu maddelerden hangilerini gerçekleştirdiniz?
BAŞKAN- Meselâ en son madde... Her gün bir grup arkadaş göreve çıkıyor. İş yeri sahiplerini uyarıyor.
ARİF- Tehdit, gözdağı, kaba kuvvet... Başka?
BAŞKAN- Tiyatro grubumuz oluşturuldu, arkadaşlar provalara başladılar. “Türkçem, Eyvah!” diye bir piyes sahneye koyacaklar.
ARİF- Daha?
BAŞKAN- Daha ne olsun be Arif? Biz devlet miyiz? Elimizden gelen bu. Başka ne yapabiliriz ki!
ARİF- Bir sivil toplum örgütünün yapabileceği her şeyi... Meslek odalarıyla görüşebilirsiniz meselâ. İş yerlerine Türkçe isim koyma konusunda üyelerini uyarsınlar. Belediyelerle görüşebilirsiniz. İş yeri açma ruhsatı verirken dikkat etsinler. İş yerinin adı Türkçe değilse ruhsat vermesinler. Belediye Meclisleri bu konuda karar alsınlar. Olamaz mı?
BAŞKAN- Olur olmasına da, zahmetli iş bu be!
ARİF- O zaman ne diye koruma derneği kuruyorsunuz? Bayrak şairimiz Arif Nihat ne diyor?
BAŞKAN- Ne diyor?
ARİF- “İçimizden biri köprü olmaya yanaşmadıkça biz kıyamete kadar bu suyun kenarında bekleriz.” diyor. Yanlış mı?
BAŞKAN- Doğru. Doğru olmasına doğru da... Bir dakika! Yahu sen bütün bunları nereden biliyorsun? Alt tarafı basit bir çaycısın be!
ARİF- Evet, basit bir çaycı... Ama üniversite mezunu bir çaycı. Unuttunuz herhalde, ben Edebiyat Fakültesini bitirdim. Bilseydim, burada çaycılığa talim etmezdim. Ne bileyim, burada Türkçeye hizmet edilecek sanıyordum. Türkçeye hizmet yok... Ne var peki? Laklak. Sadece laklak.
BAŞKAN- Laklak mı? Ne biçim konuşuyorsun sen? (Öfkeyle ayağa kalkar.) Ukala, küstah! (Yakasına yapşıp itekler.) Seni kovuyorum. Çabuk terk et burayı!
ARİF- (Başkanın ellerini tutup iter.) Öyle olsun. Kovmasaydınız da ayrılacaktım zaten. (Çıkar.)
(Ayhan ve Selim sargılar içinde sahneye girerler.)
BAŞKAN- Hey hey yine de hey hey! Türkçe gazileri geliyor. Koçlarım, yiğitlerim, arslanlarım benim. Türkçemin gazileri bunlar!
(Yaklaşırlar.)
BAŞKAN- Ayhan, Selim! Hayrola! Ne bu hâliniz? Biz sizi göreve gönderdik, savaşa değil.
AYHAN- (İnler.) Evet, başkan, savaş. Meydan savaşı, sonra da meydan dayağı. Bundan sonra ekipte Cezmi olmazsa ben hiçbir yere gitmem abicim.
SELİM- (İniltiler arasında) Ben de hocam. Cezmi abi yoksa ben de yokum. Amma dayak yedim yahu! Hani hastahaneye gitsem, 10 gün iş görmez raporu alırdım. Bu nasıl hizmet hocam?
AYHAN- (Kesik kesik) Hizmet değil, abi, hezimet, hezimet... (Toparlanır.) Neyse, bana müsaade... (Çıkışa yürür.) İç kanama geçirmezsem, üç aya kalmaz dönerim. (Çıkar.)
BAŞKAN- (Ayhan’a) Güle güle Ayhancığım. Git, yat, dinlen. (Selim’e) N’oldu anlatsana!
SELİM- (Zorlanarak) Anlatayım, başkan. Durum aynen şöyle oldu. Ayhan’la gittik, ana caddede bir dükkân sahibini nazikçe uyaralım dedik. Siz misiniz uyaran? Adam, karşı saldırıya geçti. Efendilik bizde kalsın dedik. Tabiî bu arada bir kamyon sopa yedik.
(Birkaç saniye gerilim müziği. “İyi Kötü Çirkin” filminin müziği kullanılabilir.)
CEZMİ- (Kabadayı kılığında, koltuğunda Türkçe Sözlük’le girer.) Beni çağırmışsın başkan. Hayrola? Yamuk bir durum mu var? Düzeltelim icabında.
BAŞKAN- Olmaz mı? Bak, senin grubu hastahanelik etmişler.
CEZMİ- Nasıl yani?
BAŞKAN- Dükkânın adını düzelt diye uyarmışlar. Dayak yemişler.
CEZMİ- (Nara atar.) Yieeeyt! Kimmiş o! Kimin nesiymiş? Arayın, bulun! Haber gönderin! Nüfus kütüğünden düşsünler onu! Öldü o, yaşamıyor artık. Derhal duruma el koyuyorum. Bu kitabı ona yedirmezsem adam değilim.
BAŞKAN- Sakin ol, Cezmi.
CEZMİ- Bana sakin ol deme, başkan! Sakin olamam. Nah şuraya yazıyorum. (Sözlüğü gösterir.) Bu ne? Sözlük, lügat, kamus. Hangisini kullanırsan. Kamus nedir peki? Kamus namustur, başkan. Bunu herkes bilecek, herkes ezberleyecek. O kadar!
BAŞKAN- Zor olmaz mı, Cezmiciğim? Hani koskoca sözlük, 80 bin kelime...
CEZMİ- Orası beni enterese etmez, başkan. Bunu herkes bilecek. Bilen konuşacak. Bilen yazacak. Bilmiyorsa konuşmayacak, yazmayacak. Yine de konuşursa dili kesilecek. Yazarsa kalemi kırılacak, klavyesi başına geçirilecek. Cezmi’nin mesaisi hiç bitmeyecek. Cezmi hep iş başında olacak. Elimle, dilimle, ayağımla, icabında (kafa atar gibi) kafamla... Cezmi her türlü yamuğu düzeltecek... Yanlış yok! Yanlış yapana af yok! “Türkçem benim ses bayrağım” demiş şair. Bayrak demiş, çaktın mı? Bayrak ne peki? Bayrak istiklâl, icabında şeref. Namus bir bakıma. Öyleyse ne olacak? Korunacak gözüm gibi. O kadar! Kalkın ey ehl-i vatan, Türkçenin imdadına!
SELİM- (Güçlükle doğrulur.) Gidelim, hocam. Şu dayak yediğimiz dükkânları bir kere daha ziyaret edelim. Bakalım bu sefer ne diyecekler. Operasyon devam etmeli. (Çıkışa yürür.)
CEZMİ- (Selim’in ardından yürür.) Gidelim Selim kardeş. Haydi, Türkçe için ileri! Bir dakika. (Sözlüğü Selim’e uzatır.) Al şu sözlüğü, yürü, derhal geliyorum. (Selim çıkar.)
ÖĞRETMEN- (Öfkeyle girerken Cezmi’ye çarpışır.) Pardon.
CEZMİ- Hop dedik bayan. Sinyal ver. Karşında ağır vasıta var. (Çıkışa yürür.)
ÖĞRETMEN- (Kendi kendine) Deli mi ne? (Başkana) Bakın sayın dernek başkanı. Size bir çift sözüm var. Gittim. Türk Hava Yolları’na telefon ettim, e-posta yolladım, faks çektim. Onları da uyardım. Adınızı Türkçe yazın dedim. Bilginiz olsun diye... Hani, Türk Hava Yolları’nı uyardınız mı dediniz ya! O bakımdan.
BAŞKAN- Peki, hoca hanım. Anlaşıldı. Söylediklerinizi dikkate alacağız. İçiniz rahat olsun.
CEZMİ- (Araya girer.) Bir dakika, başkan. Hoca hanım mı dedin? Ne hocası bu? Burası mektep mi? Ne bu boya, badana, fırça vaziyetleri? Var mı bizim mekânda bize posta koymak? Postanın iadeli taahhütlüsü var bizde icabında. (Başkana) Dağıtayım mı başkan?
BAŞKAN- Ne münasebet? Hoca hanım haklı. Dağıtmaya filân gerek yok. Sakin ol, Cezmiciğim.
ÖĞRETMEN- (Cezmi’ye) Rica ederim beyefendi. Size bir şey diyen yok. Ben sadece görevimi yapıyorum. Beyefendiyi biraz önce ikaz etmiştim. Anlamak istemedi.
CEZMİ- Ne ikazıymış bu? Hangi mevzuda?
ÖĞRETMEN- Türkçeye sahip çıkma, Türkçeyi koruma konusunda.
CEZMİ- Yaa! Bak, ben buna şapka çıkarırım işte. Pardon, isim?
ÖĞRETMEN- (Eline uzatır.) Suna. Türkçe öğretmeniyim.
CEZMİ- (Elini bağrına koyar.) Eyvallah. Ben de Cezmi. Aynı kulvardayız desene. Meslektaş sayılırız bir nebze.
ÖĞRETMEN- Siz de mi öğretmensiniz yoksa?
CEZMİ- Bir bakıma, öyle. Hani şu uyarma, ikaz etme vaziyetleri var ya. İşte o safhada meslektaşız. Biz de günün muhtelif saatlerinde şehri dolaşıp dükkân sahiplerine ikazda bulunuyoruz. Kibarca. Dükkân adlarının Türkçe olması gerektiğini hatırlatıyoruz. Nazikçe.
ÖĞRETMEN- Çok sevindim Cezmi Bey. Beni de aranıza alır mısınız? Güçlerimizi birleştirmemiz şart!
CEZMİ- Eyvallah. Biz de tam operasyona çıkmak üzereydik. Denk geldi!
ÖĞRETMEN- Teşekkür ederim, Cezmi Bey. Böyle kutsal bir görev için dünden hazırım ben.
CEZMİ- O zaman mesele yok. Yalnız böyle ikide bir Cezmi Bey, Cezmi Bey diyeceksen, bozuşuruz, ona göre. Mümkünse Cezmi, sadece Cezmi... (Seyirciye) Haydi arkadaşlar! Türkçe için ileri! Marş marş!
(Çıkışa yürürler.)
Işıklar söner/Perde kapanır.
2. Perde
Bağlamanın eşliğinde perde açılır.
Sahnenin bir tarafı TAVŞAN KANI ÇAY OCAĞI. Çay ocağının önü. Kaldırıma dizilmiş üç hasır iskemle ve bir sehpa. Sahnenin diğer tarafında iki yabancı isimli dükkân vitrini. Örneğin, Charisma Fastfood, Perfect Chicken, Mellona, Bersace, Ambianca Cafe…
Orhan, Metin, Arif, Bayan Turist (Ceren), Erkek Turist, Suzan, Şair, Cezmi, Öğretmen, 1.Esnaf (Anne), 2.Esnaf (Başkan), Nine (Ceren), Selim, üç figüran (Ayhan, Bekir, Murat)
(Metin ve Orhan girerler.)
ORHAN- (Yabancı isimli dükkânları gösterir.) Şuraya bak hocam! Adamın kanına dokunuyor be! İşgal altında mıyız? Burası neresi? Yanlışlıkla Amerika’ya filân mı geldik?
METİN- Yanlışın var Orhancığım! Biz Amerika’ya gitmedik. Amerika bize geldi. Topuyla tüfeğiyle gelecek değildi ya! Adıyla, sanıyla geldi. Hani hoş mu geldi, hoşt mu geldi, onu da bilmiyorum ya! Bereket versin çay ocağımız su katılmamış derecede Türk. Adı da Türk, tadı da... (İskemle çekip oturur.)
ORHAN- (Karşısındaki iskemleye oturur.) Çok doğru valla hocam. Şimdi bir de tavşan kanı çay içsek! Bizimkiler gelmeden... (Seslenir.) Garson! Bize iki çay!
ARİF- (İçeriden seslenir.) İki çay hemen geliyor... (Girer.)
METİN- (Şaşırır.) Arif! Derneğin lokalinde çalışmıyor muydun sen? Burada işin ne?
ARİF- Sizin haberiniz yok mu? Başkan kovdu ya beni.
ORHAN- Allah Allah! Niye?
ARİF- Ajan provokatör diye.
METİN- Ajan, ne?
ARİF- Provokatör...
ORHAN- O da ne demek? Çaycının ajan provokatörünü de ilk defa görüyorum.
METİN- Peki, nasıl yaptın bu ajanlığı?
ARİF- Derneğin çalışma yöntemlerini eleştirdim. Tüzükten bahsettim. Başkana sorumluluklarını hatırlattım. Türkçeyi koruma lafta, tüzükte kalmasın dedim. Gerçekten bu dili koruyalım dedim.
ORHAN- E sayın başkan haklı yani. Seninki de tam ajan provokatörlük. Ne diye üstüne vazife olmayan işlere karışıyorsun? Sen çaycı değil misin? Demle çayını, yap servisini, al maaşını...
ARİF- Belki de haklısınız. Ama ben de kendi çapımda bir Türkçe âşığıyım. Bu dil ağzımda annemin sütüdür, diyorum. Yahya Kemal’i çok seviyorum.
ORHAN- Vay, Yahya Kemal, Türkçe âşığı... Ne iş?
METİN- (Orhan’a) Garsonluk yaptığına bakma. Üniversite diplomalıdır. Edebiyat Fakültesini bitirmiş.
ORHAN- Yapma yahu! Bilmiyordum. Bak, o zaman iş değişir. Sıkma canını. Sağlık olsun be Arif.
ARİF- Olsun bakalım. (Çıkar.)
(İki turist girer.)
BAYAN TURİST- Ooo may gad. Burası çok seviyor ben. Amerika fark yok. Bakıyorsun. Aynı Amerika... Ah Niv York. Niv York.
ERKEK TURİST- Okey Cenifır. Türkler ne diyor? Memleket... Evet, bir başkadır benim memleket... Ben de sana katılıyor. Burada memlekete gelmiş. Bizim memleket... Hiç aramıyor ben...
BAYAN TURİST- Yes Riçırt, çok rahat oluyor ben, burda. Gidelim... Sen hamburger yemek istiyor?
ERKEK TURİST- Vaav, hem de çok... Ben çok acıktı... Bak, cıngıl, cıngıl, cıngıl...
BAYAN TURİST- Vat? Cıngıl cıngıl cıngıl...
ERKEK TURİST- (Kahkaha atar. Midesini gösterir.) Zil çalıyor, Cenifır. Türkler ne diyor? Karnı zil çalıyor, ben...
BAYAN TURİST- Ooo, Riçırt, vandırful... Sen, Türkçe ana dili kadar konuşmak... Ne diyor Türkler. Vay canına!
ERKEK TÜRİST- Sen de Cenifır, sen de... Neyse... Hadi, şimdi, yemek...
(Lokantaya girerler.)
ORHAN- (Turistlerin arkasından bir süre bakar. Metin’e) Gördün değil mi? Elin Amerikalısına rezil olduk. Baksana kendilerini Amerika’da hissediyorlar.
METİN- E, adamlar haklı. Sen de öyle hissetmiyor musun? Az önce aynı şeyleri konuşmadık mı?
ORHAN- Biz biliyoruz da, elin gâvuru söyleyince yine de zoruna gidiyor insanın.
METİN- Eee aklın yolu bir... (Bakınır.) Bizim ekip operasyona çıktı mı acaba? Bugün programda bu sokak vardı. Ne dersin? Yine bir kargaşa olur mu? Seyirlik oyun çıkar mı bize? Bu sefer kadroda Cezmi abi var. Başrollerde dört dörtlük delikanlı Cezmi. Bana sorarsan esnafın bugün hiç şansı yok! Cezmi abinin koleksiyonuna dahil olurlar.
(O sırada garson kız Suzan, lokantanın vitrini önünde belirmiştir. Orhan’dan yana işveyle bakar.)
ORHAN- (Gövdesini lokantadan yana sündürür.) Aah, ahh!
METİN- Yani, diyorum, bizim ekip, bugün...
ORHAN- (Tekrar lokantadan yana uzanır gibi yapar.) Aah ahh!
METİN- (Lokantadan yana bakar. Dönüp Orhan’ı süzer. Bakışları iki genç arasında gidip geldikten sonra, Orhan’a) Alooo! Heeey! Sen beni dinlemiyorsun. Vay kerata! Ben de diyorum, her gün, her gün bana müsaade deyip nerelere sıvışıyor bu oğlan. Bu çay ocağında ne buluyor? Meğer aşk madeni bulmuş bizimki. Helâl olsun be! Karda yürüyüp izini belli etmemek bu olsa gerek. (Omzundan tutup sarsar.) Heeey! Serseri âşık!
ORHAN- (Birden uyanmış gibi) Hah! Ne var?
METİN- Kelle paça var, biber dolma var, imambayıldı var, karnıyarık var... Sende ne var?
ORHAN- Dalga geçme yaa!
METİN- Dalga geçmiyorum. Aşk diyorum arslanım, aşk. Senin aklını uçurmuş.
ORHAN- (Kalkar, başını Metin’in omzuna yaslar.) Sorma hocam. Bitmişim ben. Yanmışım. İçim yangın yeri... Ateşimi okyanuslar söndürmez.
METİN- Vay vay vay! İtfaiye çağırayım diyorum ama boşuna desene.
ORHAN- (Ayrılır.) Ne itfaiyesi hocam? Kül olmuşum ben, kül.
METİN- Eee, sen şimdi külü küle karıştırmak istersin. Kerem gibi... Hadi bana müsaade. Ben lokale gidiyorum. Başkanın canı sıkılır şimdi. İki satır tavla oynarız belki. (Çıkışa yürür.)
ORHAN- Güle güle, Metin. Yarım saate kalmaz, gelirim ben de. (Lokantadan yana uzanır. Eliyle Suzan’ı çağırır.)
SUZAN- (Omzunda çantayla gelir. İşveli) Orhaaan.
ORHAN- (Duygulu) Suzaaan.
SUZAN- (İşveli) Orhaaan.
ORHAN- (İçli) Suzaaan.
SUZAN- Ee, yeter ama, Suzan, Suzan... Adımı mı ezberliyorsun nedir?
ORHAN- Öyle deme Suzan. Hoşuma gidiyor. Her nefeste Suzan demek istiyorum. Dinle bak, Suzan, Suzan, Suzan...
SUZAN- Peki peki, tamam. Bana söyleyeceğin bir şey mi var?
ORHAN- Hangi bir şey, Suzan’ım. Hangi bir şey? Binlerce şey var. Hangisinden başlasam, bilmiyorum. Ama önce gözlerimin içine bak!
SUZAN- Gözlerinin içine mi? Ne diye bakacakmışım?
ORHAN- Bak işte.
SUZAN- (Dikkatle bakar.) Bakıyorum.
ORHAN- Ne görüyorsun?
SUZAN- Kocaman bir boşluk...
ORHAN- Yapma ya! İyi bak! Dikkatli bak!
SUZAN- (Bakar.) Bakıyorum, bakıyorum.
ORHAN- Eee, şimdi ne görüyorsun?
SUZAN- (Bir süre bakar. Birden) Çapaaak!
ORHAN- Dalga geçme ama... Ben çok ciddiyim.
SUZAN- Ben de.
ORHAN- Neyse. Sana bir aşk şiiri okumak istiyorum Suzan'ım.
SUZAN- (Şaşkın) Yaa! Aşk şiiri ha.
ORHAN- Tabi ya! Ne sandın?
SUZAN- Ne bileyim, şaşırdım. Hiç şair tipi yok sende. Hayret! (Dudak büker.) E hadi, oku bakalım.
ORHAN- (Ceplerini aranır, kendi kendine) Nerde bu kâğıt yahu? (İç cebinden bir kâğıt çıkarır, nutuk çeker gibi) Üç kilo patates, bir kilo soğan, bir bağ maydanoz... (Telâşlı) Tüh bu annemin Pazar listesi. (Suzan’a( Affedersin Suzan'ım. (Cebinden başka bir kâğıt çıkarıp okur.) Kendi kendine) Hah işte bu. (Yüksek sesle abartılı biçimde okur.) Aşktan bahsetmek kolay değil ama / Aşk deyince tuz basarım yarama / Bende artık sevinç neşe arama / İsterim ki girmesin hiç kimse seninle arama / Haciz koydular bankadaki parama / Tarama yâr tarama / Yâr zülüfün tarama / Tuzlu su doldurdu felek benim matarama... (Kâğıdı katlayıp cebine koyarken) Nasıl, beğendin mi?
SUZAN- Eh, fena değil. Ama çok karamsar...
ORHAN- O zaman bir dakika Suzan'ım, sana yazdığım son şiiri dinlemek ister misin?
SUZAN- Tabiî dinlerim akıllım. Hadi oku!
ORHAN- Bak dinle! Sen bana gelirken bütün yollara / Kırmızı halılar sermek isterim / Sana en güzel armağan olarak / Soy adımı vermek isterim.
SUZAN- Soy adını vermek mi? Pışşık! Eski Medeni Kanunda kaldı o, akıllım. Artık herkes kendi soy adını kullanıyor. Senin haberin yok galiba.
ORHAN- Ama ben başka bir şey söylemek istiyorum Suzan'ım. Niye anlamak istemiyorsun?
SUZAN- Canım sen de doğru düzgün anlat. Ne öyle, kırmızı halılar sermek falan. Ne bu? Devlet erkânı mı karşılıyoruz? Bakan mı geliyor, başbakan mı?
ORHAN- Bak Suzan'ım. Hayatımın kız kulesi. Ömrümün domates fidesi. N’olur kızma! Bu, çok önemli benim için. Gerçekten.
SUZAN- E sıktın ama. Söylesene!
ORHAN- (Öksürür.) Suzaaan.
SUZAN- Eveeet!
ORHAN- Suzaaan!
SUZAN- Eee!
ORHAN- Çocuklarımın annesi olur musun?
SUZAN- Ne! Ne dedin? (Çantayla Orhan’ın kafasına vurmaya başlar. Öfkeyle bağırır.) Ahlâksız! Terbiyesiz! Alçak! Demek dulsun. Üstelik çocukların da var. Benim duygularımla oynamaya utanmıyor musun?
ORHAN- Bir dakika Suzan'ım, bir dakika. Yanlış anladın. Benimle evlenir misin demek istiyorum?
SUZAN- Evlenmek mi? (Sakinleşir, oturur.) Dul değilsin değil mi?
ORHAN- Hayır Suzan'ım. Nereden çıkarıyorsun? Kısmetse ilk olacak...
SUZAN- Çoluk çocuk da yok...
ORHAN- Elbette Suzan'ım.
SUZAN- O zaman başka...
ORHAN- Eee, ne diyorsun? Cevabın?
SUZAN- (Bir süre susar. Birden) Ha, ha, haayır!
ORHAN- Ne! Ciddî olamazsın. (Yere yığılır.) Yıkıldım ben. Öldüm. Bittim. Mahvoldum. Hayatım söndü. Yaşamak haram bana.
SUZAN- Şaka, şaka! Düşünelim biraz. Öyle pat diye evlenilmez ki. Aceleye ne gerek var? Önümüzdeki 5 yıl ben seni tanırım. Sonraki 5 yıl sen beni tanırsın. Sonra 5 yıl ben senin aileni tanırım. 5 yıl da sen benim ailemi tanırsın. Sonra 5 yıl amcalar, teyzeler, halalar, dayılar için. Bir 5 yıl da görümceler, enişteler, bacanaklar, kuzenler, eltiler, dedeler, nineler için... 5 yıl da...
ORHAN- Tamam, yeter. Vazgeçtim. Bu evlilik teneşirde bile mümkün değil. Elveda Suzan. Ahirette buluşuruz. Romeo’yla Jülyet gibi. Ah Jülyet. Kıydın Romeo’na. Kıy bakalım. Alacağın olsun.
SUZAN- Amma dramatize ettin ha! Trajedinin sırası mı şimdi? Tiyatro mu oynuyoruz burda?
ORHAN- Başka ne yapabilirim ki Suzan'ım?
SUZAN- (Kalkar. İşveli) Ne mi yapabilirsin? Bekleyebilirsin meselâ.
ORHAN- Beklerim tabii. Beklerim beklemesine de... Kaç yıl sürer?
SUZAN- Ne bileyim ben? On yıl, yirmi yıl, kırk yıl...
ORHAN- Sen bekle de, bir ömür beklerim, Suzan'ım.
SUZAN- Ha şöyle. Ümidini kaybetme sakın. Düşün! Leylâ ile Mecnun kavuşmuşlar mı? Ya Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin? Bizim hiç olmazsa kavuşma ihtimalimiz var, akıllım... Hadi hoşça kal! Ha bir şey daha! Alacağın olsun. Bir çay bile ısmarlamadın. (Lokantadan yana yürür.)
ORHAN- Ah Suzan'ım. Akıl mı bıraktın bende?
ŞAİR- (Elinde çanta, birinci perdedeki gibi girer.) Günün gecen hayır olsun cancağızım!
ORHAN- (Elindeki şiiri saklamaya çalışır, sonra vazgeçer.) Ooo, hoş geldin üstat, buyur! (Kalkıp yer verir.)
ŞAİR- Lutfediyorsunuz cancağızım. Geçiyordum, şöyle bir uğradım. İşimiz dostlarla muhabbet iki satır. Sonra buranın çayı da enfestir doğrusu.
ORHAN- (Seslenir.) Arif! Üstadıma çok özel bir çay!
ARİF- (İçeriden) Hemen, geliyor.
ORHAN- Ee üstat, nasılsın görüşmeyeli? Neler yapıyorsun?
ŞAİR- (Cebinden mendil çıkarıp sandalyeyi siler ve oturur.) İyidir be cancağızım. Nasıl olsun? Kelimelerle güreşmek bizimkisi. Bazen onlar galip, bazen biz. Geçinip gidiyoruz.
ARİF- (Çayı getirip bırakır.) Hoş geldin Sedat Bey!
ŞAİR- Hoş bulduk, Arif’im. Dernek lokalinden ayrılmışsın! Niye?
ARİF- Öyle icap etti.
ŞAİR- E, sağlık olsun Arif’im. Bizi çaysız bırakma da.
ARİF- İstediğin çay olsun. Her zaman... (Çıkar.)
ŞAİR- (Arif’in arkasından) Tanıyorsun değil mi? Delikanlı çocuktur. Sanattan anlar. İki de şiir kitabı yayınlamış. Aslına bakarsan, asıl şair o, bizimki kafiye cambazlığı.
ORHAN- Allah Allah. Bilmiyordum. Şiir kitabı ha... O kadar yani.
ŞAİR- E tabiî ya! Bizim çaycımız bile şairdir cancağızım. Malûm, çobanından bakanına şair bir milletiz.
ORHAN- (Şiir yazılı kâğıdı şaire uzatır.) Buyur üstat. Emanet aldığım şiir.
ŞAİR- İşe yaradı mı bari?
ORHAN- Yaramadı üstat. Çok karamsarmış.
ŞAİR- Ee herkesin şiirden beklentisi farklı tabiî. Herkes farklı bir şiirin müşterisi. Doğrusunu istersen hikâye bundan gerisi.
ORHAN- (Çaydan bir yudum çeker. Bardağı kaldırıp bakar. Şaire) Üstat be, çay için de bir şiirin var mı?
ŞAİR- (Çayından bir yudum alır.) Çayın kendisi şiirdir cancağızım. Ona kimse şiir yazamaz. Mamafih vaktiyle bir iki mısra karalamıştım. (Çantasını açar. Kâğıt tomarını çıkarırken) Noksanlık olmasın kafamızın tahtasında / Bakalım neler varmış şairin çantasında. (Çantayı Orhan’a uzatır.) Tutar mısın ciğerimin nikotinsiz köşesi / Paslanmasın gönül kapının menteşesi. (Kâğıtlardan birini çeker.) Dünyanın en nefis içkisi çaydır / Demlemesi zor, içmesi kolaydır / Çayın içildiği yer gecekondu olsa bile saraydır / Çaya hasret kalmak feci bir olaydır...
(Birkaç saniye gerilim müziği. “İyi Kötü Çirkin” filminin müziği kullanılabilir. Önde Cezmi, ardında öğretmen ve Selim, sahneye girerler. Selim’in koltuğunda Türkçe Sözlük vardır.)
ORHAN- Bunlar bizimkiler... Operasyon başlıyor. (Seslenir.) Cezmi abi, Selim! Gelin, çay içelim. Vay be! Yine kafiyeli oldu. Cezmi abi, Selim! Gelin, çay içelim.
CEZMİ- Bir dakika Orhan kardeş. Görev başındayız. Daha sonra.
ORHAN- Peki ama ben kalkıyorum. Lokalde buluşuruz. Size kolay gelsin. (Çıkışa yürür.)
CEZMİ- Eyvallah kardeş. Yarım saate kalmaz, biz de lokalde oluruz.
ŞAİR- (Kendi kendine konuşur gibi) Ben de kalkayım cancağızım. Daha yazılacak bir sürü şiir var. (Çıkar.)
CEZMİ- (Dükkândan içeri seslenir.) Efendi! Bir dakika dışarı gelir misin?
ÖĞRETMEN- (Araya girer.) Pardon, Cezmi Bey. Bana bırakın siz. Ben konuşurum.
CEZMİ- Hoppala! Böyle zırt pırt araya girme, hoca. Sonra söyledik değil mi? Cezmi Bey değil, sadece Cezmi...
ÖĞRETMEN- Peki, Cezmi Bey, pardon, sadece Cezmi... İzin verir misiniz, önce ben konuşayım. (Seslenir.) Sayın dükkân sahibi, bakar mısınız lütfen?
1.ESNAF- (Dükkândan çıkar.) Buyurun! Ne arzu etmiştiniz?
CEZMİ- (Şaşırır, Öğretmenle Selim’e) Hay Allah... İşe bak! Bayanmış yahu... (Esnafa) Buyuralım, buyurmasına da, bacı! Burda...
ÖĞRETMEN- (Sözünü keser.) Bir dakika, bir dakika, siz bana bırakın Cezmi Bey...
CEZMİ- Yahu kaç kere söylemek lâzım hoca... Cezmi Bey değil. Mümkünse Cezmi, sadece Cezmi...
ÖĞRETMEN- Peki, Cezmi Bey, pardon sadece Cezmi... Bakın, dükkân sahibi de bayanmış. Ben konuşurum. (Esnafa) Efendim, iyi günler.
ESNAF- Evet, buyurun, ne istemiştiniz?
ÖĞRETMEN- Efendim, fazla bir şey değil. Sadece, dükkânınızın ismiyle ilgili küçük bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.
1.ESNAF- Yani?
ÖĞRETMEN- Bakınız hanımefendi, size küçük bir sorum olacak, lütfen cevaplar mısınız? Burası İngiltere mi?
1.ESNAF- Hayır.
ÖĞRETMEN- Peki, Amerika olabilir mi?
1.ESNAF- Tabiî ki hayır.
ÖĞRETMEN- İtalya?
1.ESNAF- Elbette ki değil.
ÖĞRETMEN- Peki, söyler misiniz hanımefendi, burası neresi?
1.ESNAF- Tabiî ki Türkiye... Ne saçma sorular bunlar.
ÖĞRETMEN- İşte hanımefendi, biz de demek istiyoruz ki, madem burası Türkiye; niye İngiltere’ye, Amerika’ya, İtalya’ya benzesin? Değil mi ya? Anlatabiliyor muyum?
1.ESNAF- Hiçbir şey anlamadım.
ÖĞRETMEN- Bakınız efendim, tekrar izah edeyim. Biz diyoruz ki...
CEZMİ- Amma uzattın hoca. Görüyorsun ki, olmuyor. Çekil şöyle kenara! (Esnafa) Bak bacı, özetle, burada bir vukuat var.
1.ESNAF- Ne vukuatı?
CEZMİ- (Dükkânın adını gösterir.) Bu ne?
1.ESNAF- (Anlamaz.) Ne ne?
CEZMİ- Bu isim dedim. Ne demek?
1.ESNAF- Nasıl ne demek? Basbayağı isim işte. Ne varmış isimde?
CEZMİ- Basbayağı isim diyor yahu. Bak, bacım. Kısmen doğru söyledin. Basbayağı değil, bayağı bir isim bu. Hem ne satıyorsun sen burda?
1.ESNAF- Yemek satıyorum. Hat-dog satıyorum. Hamburger satıyorum. N’olmuş? Burası bir lokanta... Belli olmuyor mu?
CEZMİ- (Kaşlarını kaldırır.) Cıkk. Ben burda yemek yemem, bacım! Hani kırk gün aç kalsam... Bu koca şehirde de başka lokanta olmasa... Sen de yemekleri babanın hayrına versen. Yine de bu dükkâna adım atmam.
1.ESNAF- Nedenmiş o?
CEZMİ- Kıl, tüy bir vaziyet anladın mı? Ne öyle, karizma marizma filân... Şöyle adam gibi Bolkepçe, Lezzet, Tatgör, Ye de Bak, Tadım, Damaktadı filân olamaz mı icabında?
1.ESNAF- Olmaz efendim. Ne öyle kepçe, Lezzet, Tatgör? Biraz global düşünün. Moda bu. İnsanlar öyle kepçeli mepçeli lokantalara gitmiyorlar. Burger Kingler, McDonald’slar niye dolup taşıyor? İnsanlar evrensel şeyler arıyorlar.
CEZMİ- Ben de arıyorum, bacım. Emin ol ki, ben de arıyorum. Ama kendi lokantamı arıyorum. Aş evimi arıyorum.
NİNE- (Girer.) Ben de arıyorum, ben de, ben de...
CEZMİ- Sen ne arıyorsun, nine?
NİNE- Keçimi arıyorum, oğul, keçimi. Kör olasıca. Hangi deliğe girdi bilmem ki! Ha eğer kurt yediyse o başka. O zaman o rezil çobanın elimden çekeceği var. (Çıkar.)
1.ESNAF- Bu lüzumsuz konuşma daha sürecek mi? İşim var benim.
CEZMİ- Anlamıyorsun değil mi bacım? Vaziyetin ne kadar ciddî olduğunun farkında değilsin yani.
1.ESNAF- Önce ne istediğinizi anlayabilsem. Niyetiniz ne? Ne söylemeye çalışıyorsunuz? Karnınız açsa buyurun, bir şeyler ikram edelim. Ama lütfen beni boş yere meşgul etmeyin. Müşteriler bekliyor.
CEZMİ- (Selim’e) Ver şu sözlüğü, baksın bacım.
SELİM- (Sözlüğü uzatır.) Buyurun hanımefendi.
1.ESNAF- Bu ne?
CEZMİ- Sözlük, bacım, sözlük. Türkçe Sözlük. Türk Dil Kurumunun. İlk defa mı görüyorsun?
1.ESNAF- O kadarını biliyoruz da, ne olacak bu sözlük?
CEZMİ- Bak bakalım, orada senin bu dükkânın adı var mı?
1.ESNAF- Olması mı gerekiyor?
CEZMİ- Herhalde yani. Deminden beri ne anlatmaya çalışıyoruz?
1.ESNAF- (Sözlüğü iade eder.) Ne kadar saçma!
CEZMİ- Saçma mı? Bak, ne geldi aklıma. Senin tahtalı köyde akraban, tanıdığın filân var mı?
1.ESNAF- Bilmem, niye sordun?
CEZMİ- Hani yani onlar seni özlemiştir. Sen onları özlemişsindir. Sevenleri kavuşturmak sevaptır icabında. Paketleyip gönderelim. Bizimki bir nevi kamu hizmeti, anlayacağın... Cenaze masrafları da şirketten... Bak bacım, bir kere daha özetleyelim. Yani şimdi ne oluyor? Derhal bu tabelâyı indiriyorsun. Yerine öz be öz Türkçe bir tabelâ asıyorsun. Tamam mı? Anlaştık mı?
1.ESNAF- Hayır efendim, tamam değil. Tabelâmı indirmiyorum. Siz ne hakla benim dükkânımın tabelâsına karışıyorsunuz? Dükkânıma istediğim tabelâyı asarım.
ÖĞRETMEN- (Araya girer.) Lütfen, Cezmi Bey, kırıcı olmayalım.
CEZMİ- (Öğretmene) Aman be hoca. Cezmi Bey, Cezmi Bey, İllallah yahu. Kırk kere söyledik. Sadece Cezmi... Sadece Cezmi...
ÖĞRETMEN- Kusura bakmayın, Cezmi Bey, pardon sadece Cezmi. Alışkanlık işte.
CEZMİ- Benimki de alışkanlık ama...
ÖĞRETMEN- Söz... Bir daha söylemem. Yalnız lütfen, kırıcı olmayalım, olur mu?
CEZMİ- Tamam hoca, anladık... Kırmak dökmek yok. Görüyorsun. Gayet medenî iki insan gibi konuşuyoruz işte. (Esnafa) Bak, bacım. Ben de bu tabelâyı buraya asamazsın diyorum. Dank etmedi mi? Bayan mayan dinlemem, alırım dalağını.
SELİM- Sök ciğerini Cezmi abi. Ellerin dert görmesin...
ÖĞRETMEN- Cezmi Bey, pardon, sadece Cezmi, lütfen, bu doğru değil. Kibar olun biraz. Güzellikle olmalı her şey. Tatlı dil yılanı...
CEZMİ- (Öğretmene) Bırak şimdi kompozisyon mevzularını hoca. Bu yılan tatlı dilden anlamıyor... (1.Esnafa) Bak ablacığım, senin için bir kere daha tekrarlıyorum. Bu tabelâ sökülecek... Yoksa en yakın dişçiden randevu alman gerekecek...
1.ESNAF- Bir dakika, bir dakika... Beni tehdit mi ediyorsunuz siz? Burası dağ başı mı be? Derhal terk edin burayı. Polis çağırırım yoksa.
CEZMİ- Çağırırsın elbet. Bu senin en tabiî hakkın. Polis çağırırsın çağırmasına da... O polisi 24 saat dükkânda tutmak zor olmaz mı?
1.ESNAF- Nedenmiş o?
CEZMİ- Ağır anlıyorsun be bacım. Geç intikal ediyorsun. Yorma beni. Şimdi polis geldi, gitti diyelim. Sonra ne olacak? Biz hep burdayız, anam. Bu civardayız. Bizim inşaat sahamız, şantiyemiz, atölyemiz burası. Bilmem şimdi anlatabildim mi?
1.ESNAF- Tamam tamam, anlaşıldı. Nasıl diyorsanız öyle olsun. Değiştiririz, olur biter. İkna oldunuz mu? (Kendi kendine) Çattık be! Deli mi ne?
CEZMİ- Ha şöyle! (Selim’e) Değiştir şu tabelâyı koçum!
SELİM- Memnuniyetle, abi. (Tabelâyı kaldırır, altından “Bolkepçe Aş Evi” yazısı çıkar.)
CEZMİ- Ellerin dert görmesin koçum. Ha şöyle. Şu isimdeki asalete bak! (Öğretmene) Bak hoca hanım, gördün mü? Ne güzel anlaştık işte. Kırmadan, dökmeden. Ne demişler? Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa. Değil mi ya? (İkinci dükkânın önüne yürürken)
ÖĞRETMEN- Bir dakika Cezmi Bey, pardon, sadece Cezmi. Böyle olmaz. Bizim yöntemimiz bu değil. Böyle olmamalı. Biz olumlu hareket etmeliyiz.
CEZMİ- Olmadı hoca hanım! Şimdi bizimki olumsuz hareket mi? Herkesin yöntemi kendine icabında. Sonra, bak nasıl meseleyi hâl yoluna koyduk. Ha, kabul. Biz biraz kestirmeden gidiyoruz, ama netice? Netice nasıl?
ÖĞRETMEN- İyi ama, biz insanları ikna etmek zorundayız. Medenî insanlar ikna yöntemini kullanırlar.
CEZMİ- Ne demek yani? Biz de kendi çapımızda insanları ikna ediyoruz işte. Ama bir dakika. Hatırın kalmasın. Bir de senin yöntemi deneyelim. Neydi o? İkna yöntemi... (Esnafa seslenir.) Esnaf kardeş! Rica etsem, dükkândan dışarı çıkar mısın?
2. ESNAF- (Çıkar.) Evet. Ne vardı?
CEZMİ- (Dükkânın adını gösterir.) Bak, ciğerim, bu ismin âcilen değişmesi gerekiyor...
ÖĞRETMEN- Cezmi Bey! Pardon, sadece Cezmi...
CEZMİ- (Öğretmene) Ha, anladım. Senin yöntemi kullanacaktık değil mi? (Esnafa) Kıymetli esnaf kardeşimiz, sizden küçük bir ricamız olacak... Mümkün mü?
2. ESNAF- Yani?
CEZMİ- Yanisi, demek istiyoruz ki, dükkânınızın adı Türkçeye aykırı... Değiştirmek lütfunda bulunursanız Türkçemize hizmet olur icabında...
2. ESNAF- Ne Türkçesi? Ne hizmeti? Senin başka işin yok mu hemşerim?
CEZMİ- (Alaycı) Yok! İşsizim. Ne iş olsa yaparım... (Ciddî) Benim işim bu, kardeş. Eğriyi doğrultmak, yanlışı düzeltmek... Senin gibileri hizaya sokmak. Anladın mı?
2. ESNAF- Ne saçmalıyorsun sen kardeşim? Hasta mısın nesin?
CEZMİ- (Öfkelenir.) Bak, daha kısa yoldan anlatayım istersen... Bu dükkânın ismi değişecek... Bu isim değişmezse, o surat değişecek. Şimdi anlatabildim mi? Demek ki neymiş? Ya isim değişecekmiş yahut surat...
2. ESNAF- Yaa! Nasıl olacakmış o iş?
CEZMİ- Etme eyleme kardeş, bana tatbikat yaptırma şimdi. Bu dil ağzımızda anamızın sütü değil mi? Biz Yahya Kemal’den böyle öğrenmedik mi? Anmasak üzerimizde hakkı kalmaz mı? Bizim bir de Dağlarca ustamız yok mu? O da “Türkçem benim ses bayrağım!” demiyor mu? Çaktın mı? Peki, Nihat Sami Banarlı üstadımız ne buyurmuş? Türk kadınına gâvur marka çorap olmaz demiş. Gâvurca dudak boyası, tırnak cilâsı, sabun, etek vesaire olmaz demiş.
2. ESNAF- Eee olursa ne olurmuş?
CEZMİ- Namus davası, ciğerim, namus davası. Anlamıyor musun? Bu ne kalın kafadır böyle?
2. ESNAF- (Cezmi’yi iter.) Bas git hemşerim. İşim gücüm var benim.
CEZMİ- Bak, öyle el kol hareketi yapma! El kol hareketinin kralını yaparım.
2. ESNAF- (Cezmi’yi tekrar iter.) Git işine be! Belânı benden bulma!
CEZMİ- El kol hareketi yapma, dedik. (Öğretmene) Ama bak hoca hanım, senin yöntem işe yaramıyor işte. Adam bu dilden anlamıyor ki. Beni kendi yöntemimi kullanmaya zorluyor. Ne yapabilirim? (2. Esnafa) Bak, kardeş, ikinci bir emre kadar bu mahallede salyangoz satışları yasaklanmıştır. Anlayacağın, Müslüman mahallesinde salyangoz satışları şu andan itibaren, yasak... Tamam mı? Bu “çikın mikın” ayakları derhal düzeltilecek. Bilmem, anlaşıldı mı? Tekrara lüzum var mı?
2. ESNAF- Size ne yahu! Benim müşterilerim tavuk yemek istemiyorlar. Çikın istiyorlar. Sizi ne ilgilendirir?
SELİM- Ne diyor bu Cezmi abi? Seni tanımıyor herhalde.
CEZMİ- (Selim’e) Tanıtırız, koçum. (2.Esnafa) Şöyle bir şeklime, şemailime baksana sen. Bir müşteri profilim yok mu benim? Ben de bir müşteriysem eğer, çikın mikın istemiyorum! Tavuk istiyorum, anladın mı, tavuk. Adına da çikın mikın demeyeceksin. Öz be öz Türkçe tavuk diyeceksin. Anlaştık mı?
2. ESNAF- Yürü git işine hemşerim! Senin karnın tok anlaşılan. Tok ağırlaması zordur. Hadi uza! Dükkânın önünü kapatma! Müşteriye engel olma! Uza dedim, hadi!
CEZMİ- Vay, bana... Cezmi’ye... Mahallenizin delikanlısına... Ailenizin külhanbeyine... Uza ha! Uzayalım bakalım! (Yakasına sarılır.) Ama geleneği bozmayalım. Önce rakibi iki seksen uzatalım. (Yaka paça birbirlerine girerler.)
ÖĞRETMEN- (Cezmi’yi arkadan çekiştirir.) Lütfen, Cezmi Bey, lütfen, kaba kuvvete başvurmayın.
SELİM- (Ayırmaya çalışır.) Bir dakika beyler, bir dakika. Kavgaya gerek yok. Anlaşabiliriz. Durun. (Esnafı tutar. Cezmi’ye) Cezmi abi vur. Sen işini bilirsin abi...
CEZMİ- Bak, efendi, bu dükkânın adı değişecek dedim, tamam mı?
2. ESNAF- Niçin değişecekmiş?
CEZMİ- Nâmahrem anam, nâmahrem. Benim evime yabancı ad koydun mu, nâmahrem olur icabında... Çakozladın mı moruk?
2. ESNAF- Yahu siz deli misiniz? Hastahaneden mi kaçtınız, hapishaneden mi? Belâ mısınız, çekin gidin be!
CEZMİ- (Öğretmene) Senin yöntemin iflas etti, hoca. Buraya kadardı. (2.Esnafa) Bak, usta! Terbiyemizi bozmayalım dedik. Hani anlarsın ya, delikanlılık bu. Hepimize lâzım. Formatı bozduk mu, biz de kendimizi tutamayız icabında. Ona göre. Şimdi kısaca ne demek istiyoruz, bir daha özetleyelim. O da senin gül hatırın için. Yoksa biz lafı bir kere söyleriz. İkiletmeyiz. (Sesini yükseltir.) Bu dükkânın ismi değişecek, o kadar!
ÖĞRETMEN- (Araya girer.) Ama böyle uyarı olmaz ki Cezmi Bey. Yanlış, vallahi yanlış.
CEZMİ- Amma yaptın hoca hanım. Adam ikna oldu da, biz “Olma!” mı dedik. Gördün işte. İnat ediyor adam. “Ben ikna olmam.” diye direniyor. Herkese anladığı dilden konuşmak lâzım. Bu vatandaş dilimizi anlamıyor belli ki.
ÖĞRETMEN- Olsun, yine de sabırlı olmalıyız. İnsanları ikna etmek kolay mı? Anlaşmak, uzlaşmak... Çaba ister.
CEZMİ- (Öğretmene) Peki, anladık. Sen kendi usûllerinle insanları ikna et! Ama bana karışma!
ÖĞRETMEN- Nasıl karışmam? Biz bir ekip değil miyiz?
CEZMİ- Ekibiz tamam da, aramızda yöntem karmaşası var. Ama söz. Bu son olsun. Bundan sonra senin yöntemlerini kullanalım. Mademki medeniyet, uzlaşma demek. Olsun. Bize uyar. Biz de kendi çapımızda medeni insanlarız icabında. Adımız zorbaya çıkmasın. Rencide olmayalım. Şimdi müsaade et. Sözümü bitireyim. (Esnafa) Duydun mu efendi, bu dükkânın adı üç vakte kadar değişecek. Çaktın mı? Üç vakte kadar diyorum. Yani şöyle demek: Ya hemen, ya şimdi, ya derhal. (Saatine bakar.) Ve süreniz şimdi başladı.
2. ESNAF- (İtişmeler...) Değiştirmiyorum işte. Defolun gidin be!
ÖĞRETMEN- (Tiz) Yeteeer! Yeter be! (Herkes donar.)
CEZMİ- (Ürkek) Ama... Öğretmenim...
ÖĞRETMEN- (Tiz) Kes sesini dedim!
CEZMİ- (Geri çekilir.) Tamam öğretmenim, sustum, kızma.
ÖĞRETMEN- Kesme sözümü. İşiniz gücünüz kavga. Başka yol bilmez misiniz siz? Bir yanlışı düzeltmek istiyoruz. Yanlış yanlışla mı düzeltilir? Medeniyet diyorum, medeniyet! Buralara hiç uğramamış mı? Diyalog, anlaşma, uzlaşma... Bunlardan haberiniz yok mu sizin? Medenî insanlara yakışan ikna yöntemidir diyorum. İkna yöntemi. Anlaşıldı mı?
CEZMİ- (Suçlu gibi) Tabi öğretmenim, anlaşıldı öğretmenim... Ama niye kızdın, onu anlayamadım.
ÖĞRETMEN- (Esnafa) Ya sen? Sen anladın mı söylemek istediğimi?
2.ESNAF- Yooo. Anlamam mı gerekiyordu?
ÖĞRETMEN- (Kenara çekilir. Kızgın) Ne hâliniz varsa görün o zaman.
CEZMİ- Ha şöyle. Rahat bırak, işimize bakalım, değil mi ya! (Esnafa) Bak, efendi. Son sözümü tekrarlıyorum: Bu dükkânın adı üç vakte kadar değişecek. Ya hemen, ya şimdi, ya derhal. Süren başladı.
2.ESNAF- Anlaşıldı. Siz laftan anlamıyorsunuz. Günah benden gitti. (Islık çalar. Üç kişi sahneye girer. Titrek ışıklar altında kavga sahnesi.)
ÖĞRETMEN- Yapmayın, etmeyin, lütfen...
(Işıklar söner. Yandığında, Cezmi yerde kıvranmaktadır.)
CEZMİ- (Selim ve öğretmenin yardımıyla yattığı yerden güçlükle doğrulur ve bağırır.) Vazgeçmek yok! Pes etmek yasak! Bu Türkçe bizim. Bu dil hepimizin. Annemizin sütü, ses bayrağımız... Korumak boynumuzun borcu... Boynumuzun borcu diyorum, duymuyor musunuz? Kurumlar, kurullar, dernekler, vakıflar, ekranlar, manşetler, kürsüler, bölümler! “Türkçem, eyvah!” diyenler! Nerdesiniz heeey! (Kalkar, yürür.) Oh ne âlâ! İşi Cezmi’ye ihale et, kurtul! İhaleniz başım gözüm üstüne. Havaleniz kabul. Ama bir Cezmi ne yapsın? Cezmi’nin bildiği bir tek usul var. Ya sizin? Yağma yok! Herkes göreve! Herkes... Herkes... Herkes... (Çıkışa yürür.)
KARAMANOĞLU MEHMET BEYİN TORUNU- (Fondan) Karamanoğlu Mehmet Bey’in torunu olarak buyruğumdur: Şimden gerü evde, mecliste, yurtta, kantinde, sınıfta, sokakta Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır. Böyle biline!
Işıklar söner/Perde kapanır.