Şiir ve Edebiyat Sohbetleri
Birçokları gibi, benim de dilime bâzen bir söz, bir cümle, bir beyit takılır, tekrarlarım. Bir târihte Neşâti’nin:
Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile
Mısralarındaki buruk zevki tadıyordum. Arkasından, bir vak’a hatırladım.:
Bir vapur yolculuğunda, bir Fransız yazarı, tanınmış bir Türk edibine:
- Bir Türk şiiri var mıdır?
Demek tuhaflığında bulundu. Bu soru, şunun için tuhaftı ki şiirsiz millet hatta kabile tasavvuru yanlıştır. Bir zamanlar Fransız krallarının, hükümdarından himâye talebettiği milleti ise şiirsiz tasavvur etmek büsbütün tuhaf olmak lazım gelir. Türk edibi, Fransıza XVII. Asır şairi Neşâti’nin bir gazelini okudu ve açıkladı. Şiiri ses ve mânâ olarak zevkle dinleyen Fransız, bilhassa son beyti duyunca:
- O.. dedi, bu mısrâları söyleyen milletin bir büyük şiiri olmak tabidir.
Ve şu cümleyi ilâve etti:
Medeniyet nâmına bir başka eseriniz olmasaydı, yalnız bu mısrâ, ne ince bir millet olduğunuzu isbâta kâfiydi.
Fransız ilk sorusunda Türklere karşı ne kadar Avrupalı ise, son cümlesinde de şire karşı o kadar Avrupalıdır. Yani bugün Türkiye’de bir kısım münevverler ne yapsanız, Türk milletinin eski ve büyük bir şiiri olduğunu kabul ettiremezsiniz. O, bir kere, mâzi düşmanlığında insaf kabul etmez bir mutaassıptır. Hâlbuki, tarihi Türk düşmanlığına rağmen bir Avrupalı, hakiki şiirle karşılaşınca, düşmanlığını unutur. Şiirin güzelliğini düşünür.
... Şimdi Fransızın beğendiği mısrâlara dönüyorum. Neşâti’nin bu şiirini Fransız yazarına tanıtan ve açıklayan Türk edibi Yahya Kemal’dir. O; bu şiiri bir Fransız edibine nasıl açıkladı? Öteki nasıl anladı? Çünkü derin bir eski şiir kültürü, o ölçüde kuvvetli bir tasavvuf bilgisi ve sayfalarca sürecek bir açıklama bir araya gelmeden Neşâti’nin bu ikinci gazelini tatmak, ondaki söyleyiş ustalığına varmak kolay değildir. Gazel:
Şevkiz ki dem-i bülbül-i şeydâda nihânız
Hûnuz ki dil-i gonce-i hamrâda nihânız
Söyleyişiyle başlar: “Biz çılgınca seven bülbülün sesinde neşe ve böylesine sevilen kırmızı gülün kalbinde gizlenen kan’ız.” Kaldı ki bunlar birbirinden ayrı şeyler değildir, demek ister. Çünkü tasavvufta seven ve sevilen diye iki ayrı vücut yoktur. Seven, sevilen ve onların her hâli, tek ve mutlak bir varlıkta toplanır, bir tek vücut olurlar. Neşâti’nin beyti ise bu engin felsefeyi dem, hûn, gönül, gonce ve hamrâ kelimelerinin kırmızı renk saltanatıyla tutuşturarak söyler. Aynı şiirde fransız edibini hayran bırakan mısrâlar da şunlardır:
Ettik o kadar ref’-i teayün ki Neşâti
Ayîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız
“Neşâti! Ten kafesinde mahbus rûhumuzu öylesine vücudumuzdan kurtardık, maddi varlığımızdan sıyrılıp, o kadar ruhtan ibâret kaldık ki şimdi parlak cilâlı aynalarda bile görünmüyoruz.”
Neşâti’nin bahsettiği rûh Tanrıdan kopup yine Tanrıya dönen zamanımızca meçhul, bir ruhtur.
Şiir Ve Edebiyat Sohbetleri / Nihad Sami Banarlı