Kurdun devlet-ü ikbâli çobanın uyumasındandır. İslâm'ın manevi kalesi İstanbul. "Ben Osmanlıyım, ben İslam'ım" der gibi konuşurdu kendi dilinde.
Cihan Padişahı Fatih Sultan Mehmet, 21 yaşında İstanbul'u fethettiği zaman Bizans'ın paha biçilmez hazinelerini Sultanahmet Meydanına yığarak gaziler arasında pay edilmesini emreder. İstanbul'un manevi fatihi Akşemseddin Hazretleri Ayasofya Caminde gazilere ilk hutbesini vermek üzere kürsüye gelir.
- Elbette isteriz" derler.
Akşemseddin Hazretleri;
- O zaman aldığınız ganimetlerin dörtte üçünü hayra harcayın buyurur. Bunun üzerine bütün gaziler hayır ve hasenat için yarışa girerler. Kendi adlarına camiler, mescitler, sebiller, külliyeler, medreseler, hamamlar yaptırırlar. İşte ecdadımızın zekatıdır İstanbul'un tarihi.
Şimdi yerinde rüzgarın sesinin uğuldadığı, heba olan zekatların yokluğu yaşanır şehrin her köşesinde. Zamanın birinde İstanbul'a Le Corbusier isminde bir Fransız mimar gelir. O, tam bir Osmanlı tutkunudur. 1911 de İstanbul için yazdığı bir yazıda şöyle der.
"Kitlelerde elemanter geometrinin bir disiplini var. Kareler, küpler, küreler geçidi adeta. Planda ise tek bir eksene uyarlanan bir dikdörtgen. İşte mimari biçimlerin melodisi" Bu şehir farklıdır. Le Corbusier bunu fark eden ilk kişi değildir ama bu konuda kendini sorumlu hisseden bir Osmanlı hayranıdır. Ve Türk Milletinin inkılapçılarına gözlemlerini ve duygularını belirten bir mektup yazar. " İstanbul'un tozuyla, toprağıyla olduğu gibi bırakılmasını tavsiye ediyorum. Hiçbir şeye dokunulmamalı , şehir olduğu gibi muhafaza edilmelidir."
Devamını oku...